Reklam

Mahallenin delisi

Mahallenin delisi
29 Haziran 2021 - 13:00
Dilay Çatak
Yağmur yağıyor, Âdem çıplak ayaklarını asfalt ıslaklığına değdirmek istiyordu. Annesi evden tek başına çıkamasın diye elbise dolabına kilit vurmuştu, eşofmanla da dışarı çıkmazdı Âdem, ayıptı öyle, çok ayıptı. Babasının pantolonunu buldu banyoda, bu gri kumaştan pantolon bugüne kadar koca bir göbeğe ev sahipliği yapmıştı. Bir deri bir kemikti Âdem, giyindi ve bol gelen kumaşı elinde biriktirip göbek deliğinin üzerine sabitledi. Şimdi sadece tek eli boştaydı, onu da yağmur suyu ile dolduracaktı. Apartmandan çıkar çıkmaz açtı avucunu, elinde damlalar biriktirdi, avuç içi gölünde kurbağalar dolaşsın istedi. Sonra vazgeçti, bileğinden taşan gölü gökyüzü kadar yağmura kurban etti. Az ötede fırın vardı, oraya doğru yürüdü. Fırının kapısından içeri girecekken İlkay ablayla burun buruna geldi.
“Aman Âdem, ödümü kopardın. Demek yine kaçtın evden, Zehra teyzenin işi zor valla, zavallı kadıncağız.”
Âdem kafasını yere eğdi, ayak parmaklarını seyre koyuldu, üzülünce böyle yapardı. Mahallede herkes Âdem`i bilirdi, bir mahallenin en meşhur kişisi elbette delisiydi. Çok konuşmazdı Âdem, ne söyleyecekse tek bir kelimeye sığdırırdı. Hiç cümlesi yoktu, sadece bir soru sorardı herkese, bundan gayrı dizmezdi sözcükleri yan yana. Kimi hep aynı cevabı verirdi bu soruya, kimi her defasında değiştirip, o anki ruh haline eş bir cevap verirdi. Bazen yabancılar olurdu mahallede, Âdem`i bilmezlerdi. Sorusunu duyunca tövbe çeken olurdu, şaşırarak bakan, korkarak uzaklaşan olurdu. Bir de dövenler olurdu, olmaz olasıcalar, Allah`ın avukatı sanırlardı kendilerini.
“Ee Âdem sormayacak mısın bugün, bak her zaman denk gelmiyoruz böyle, geçen verdiğim cevap pek içime sinmedi ama düşündüm, esaslı bir cevap hazırladım, sorsana hadi,” dedi sabırsızca.
Kafasını kaldırdı Âdem, sordu: “Allah senin neyindir?”
“Allah benim sabrımdır Âdem. Bak elimde iki ekmek poşeti, biri bizimki diğeri de bu ekmekler boğazına düzülesi kaynanamınki. Sözde Allah`a kulluk etmek için geldim dünyaya ama yok, bir de bu kenar mahalle hanımefendisine kulluk ediyorum. Bizim kaynana da Allah rolünü üstlenmiş mübarek, tövbe estağfurullah, şimdi böyle elimde ekmek günaha gireceğim. Ama saygıda kusur etmem Âdem, elimi öp dese öperim, laf etmesinler neticede, bugüne kadar hanım hanımcık bir kimlik edinmişim, hem oturduğumuz ev de o cadının, bu yaştan sonra kira derdine mi düşelim bir de değil mi ama. Neyse Âdem neyse, ben gideyim de söz etmesin şimdi geç kaldım diye.”
Gözünü İlkay ablanın gözüne dikip;
“Kötü” dedi Âdem.
“Hem de ne kötü, gel onu bir de bana sor. Neyse sen de eve git hadi, bak sırılsıklam olmuşsun yağmurdan.”
Âdem fırına girdi, tezgâhın ardında, elinde eldiven ekmekleri sıraya dizen Veli amcaya baktı. “Ooo Âdem epey oldu seni görmeyeli, nihayet firar edebilmişsin.”
“Evet” dedi Âdem.
İki tane un kurabiyesini peçeteye sarıp Âdem`e uzattı. Teşekkür mahiyetinde sordu Âdem: “Allah senin neyindir?”
“Valla hep dediğim gibi be Âdem, Allah bizim rızkımızdır, karnımız tokluğudur. Yanlış anlama kasaya giren parayla değer biçmiyorum Allah`a, haşa, şükredebildiğim kadar, nimetlerinden tat aldığım kadar severim Yaradan`ı. Hem bak ben de nimet isçisiyim, kutsalı üretiyorum bir yerde. Böyle mis gibi kokan bir kutsal gördün mü sen, var mı Zehra Teyze’nin ekmek siparişi?”
“Hayır,” dedi Âdem.
“Tamam, selam söyle babanlara o zaman, Bir dahakine de değiştir artık su sorunu. Şeytan ile olan akrabalığımı sor mesela, bak ona bomba cevaplarım var.”
Kafasını iki yana salladı Âdem, hızlıca çıktı dükkândan. Fırının yanındaki apartmanın giriş katında Cem abi oturuyordu, kapısını çaldı. İçeriden ses geliyordu ama açan olmadı. Sokağa döndü, dümdüz yürüdü. Evlerinin balkonunu gördü, durdu. Bir el değdi ensesine, Halil ustaydı bu. Şehirdeki tek tiyatroyu kuran adam.
“Naber Âdem, nasıl gidiyor? Geçen bizim çocuk oyununa gel demiştim göremedim seni.”
Gözleri doldu Âdem`in, bakışlarını ayaklarından ayırmadı. Sağ gözüne fazla gelen damla ayak baş parmağına düştü, tek damlalık da olsa kendi yağmurunu yaratmıştı, hoşuna gitti, güldü. O sırada sağanak dinmiş, gökkuşağı belirmişti. Bol gelen pantolonun sağ elindeki kumaşını dikkatle sol eline devretti, uyuşmuştu eli.
“Düşürme suratını öyle yere, ben konuşurum annen babanla, bu sefer izin verecekler söz. Hem senin bana sorman gereken bir soru yok mu?”
Hemen kaldırdı başını Âdem, sordu hevesle; “Allah senin neyindir?”
“En son acı ve korku benim neyimse Allah da odur demiştim, o cevabımı beğenmiş miydin?” “Güzel,” dedi Âdem.
“Yukarıya, gökkuşağına bak Âdem. Kaç rengi ayırt edebilirsin, en fazla yedi. Renk çok aslında ama biz solumuza siyahı sağımıza beyazı alıp hayat boyu onları birbirine tokuşturuyoruz, sonra renksizliğimize yanıyoruz. Kürtçede gökkuşağına yağmurun gelini derler, gökyüzü bir düğün yeri anlayacağın. Yeryüzündeyse her günümüz bir cenaze hazırlığı. Böyle yaşlı bir tiyatrocudan da ne demesini beklersin ki, demem o ki Allah benim rengimdir Âdem, büründüğüm her renk”
Âdem`in ismi çınladı karşı balkondan, sokakta Zehra Teyze’nin tiz sesi yankılandı. Âdem hemen eğdi kafasını, ayak parmaklarını saymaya başladı. Bir, iki, üç… Tam o sırada Kâmil hoca belirdi sokak başında, işini gücünü halletmiş eve doğru yol almıştı. Beşinci çocuğuydu Âdem, en sevdiği çocuğu. Halil ustayla selamlaşıp Âdem`in koluna girdi. Âdem’in gözleri kendi yağmurunu başlatmıştı yine, elindeki kurabiyelerden birini babasına uzattı, kafasını babasının omzuna koydu, yürüdü öylece. Bir tek babasına sormazdı bu soruyu Âdem, sadece ona sarılırdı.