Reklam

Deniz Zeka yazdı... Vasili öptü beni

Deniz Zeka yazdı... Vasili öptü beni
26 Kasım 2021 - 14:25

Deniz Zeka
Yarımada’nın yıldızından, poyraza doğru uzanan geniş körfezinin içindeki Gündoğan’la Kıyıkışlacık arasında bir noktadaydık. Ben heyecanlı ne yapacağımı bilemeden, ara ara kaçamak bakışlarla Vasili’nin güneşten yanmış yüzünü, kısmaktan kırışmış göz kenarlarını, kocaman ellerini inceliyordum.  Onunla daha önce balık avına çıkmış arkadaşım “Konuşmayı çok sevmez,” diye uyarmıştı, ama ben yine de dayanamıyor motorun sesinde kaybolan sesime rağmen oradan buradan söz açmaya çalışıyordum.
 “Akbük de mi Güllük Körfezi’nde kaptan?” dedim.
 Kısık bir sesle “Mandalya’da,” dedi, bir tarayıcı gibi geniş bir alanı tarayarak, en son benim yüzümde duran gözlerini yere indirerek.
Lodosumuzda Yalıkavak Koyu; poyrazımızda Asin Körfezi; yıldızımızda Didim vardı. Yalıkavak-Kızıl Burun ile Didim-Tek Ağaç Burnu arasındaki çizginin üzerine doğru balıkçı barınağında palamar çözüp Fırtına Kuşu ile gelmiştik bile Akbük’e.  Taze ıhlamur rengindeki yayvan, geniş dalgalar her geri çekilişinde suyun üzerinde meneviş rengi pırıltılar bırakıyordu.  Vasili, Fırtına Kuşu’nun motorunu durdurmuştu. Yayvan dalgaların çalkantısıyla  ağır ağır sallanıyordu. Dümenle hafif hafif oynayan Vasili gözlerini kısmış  denizi kokluyordu sanki. insanlar susuyor, Vasili susuyor, oltalar bekliyordu. Hepimiz yirmi kulaç suyun altındaki derin sessizliği rahatsız etmekten korkuyorduk.
Yukarıda hareket var gene. Yayvan dalgalar üzerinde bir karanlık oluştu.  Bir tekne motorunu durdurdu? Hahh!  Bu Vasili’nin teknesidir. Adil adamdır Vasili. Bak bak oltalar indirilmiş bile çoktan. Bu dallı budaklı kayaların arasını okşayıp geçen lodos pek tatlı bir kıpırdanış oluşturdu şimdi koyukların arasında. Pırıl pırıl  menevişlenmiş pullarıyla koyuklarında güne uyanan biz balıkları, ahtopotları, denizatlarını  “Günaydın aterina, selam olsun sana melanur,” diye selamladım. Bugün heyecanlaydım, bu heyecanla hızımı ayarlayamayıp da sınırı biraz geçiverince melanur, melanuri –barbun, barbuni – benim  gibilerde lavraki oluvermez mi birden? Şaşırdım kaldım. Sıradan bir güne uyanmamış mıydım aslında? Karnımı doyuracak, sonra da  bir kayanın kuytusunda hafif hafif sallanarak biraz kestirecektim... Sonra koyukların arasına girip çıkacak, yirmi kulaç aşağıya indirilmiş oltaları koklayacak onlarla biraz eğlenecektim. Sanki zokayı yutmuş gibi oltaların ucuna hafif bir diş atıp oltanın üst  ucundakini biraz heyecanlandıracak, “Tüh be tam çekecekken kıl payı  kaçırdık koca balığı,”  dedirtecektim.  Vasili kapattığı motorunu çalıştırmadan dümeniyle yönünü değiştirince aşağıdaki oltalar da karıştı birden. O yavaşça motorsuz giderken yirmi kulaç aşağıda bir ışık hüzmesi  yaladı geçti yüzümü.  Vasili oldu mu, duracaksın. O çok konuşmaz, sağlam adamdır. Ne diye balıkçı olmuş onu da anlamam. Bazen çektiği balık kısa süre sonra pıt diye yanımıza dönüverirdi. “N’oldu,” derdik de “Hiiiç Vasili öptüü bırakıverdi,” derdi, biraz şaşkın, biraz ölümün kıyısından dönmüş olmanın korkusu daha çok da şanslı hissederek kendini. Bir keresinde beni de tutmuştu, daha çok küçüktüm, kıyamayıp da öpüp  bırakıvermişti…
O sırada sabah heyecanla günaydın dediğim deniz atını gördüm, mağrur mağrur geçişini seyrettim. “Ne diye böyle hiç eğmezdi boynunu?”  Mercanlar sürü halinde, hedefe kenetlenmiş gidiyorlardı. Hayranım, bunların böyle kenetlenmiş hallerine… Gezindim oltaların ucunda,  bugün  Vasili’den başka bir sandal daha mı vardı? Yo yo o oltalar da Vasili’nin motorundan atılmıştı. Misineler titreyen ellerinin titreşimleriyle kimi zaman gevşiyor kimi zaman da gereksiz geriliyordu. Belli acemiydi  bu yeni oltalar.  Birden motordan biri balıklama atladı, deniz dalgalandı. O kargaşayla yutuverdim usulca karnından ısırdığım küpezi. Heyecanlıydım, bir koyuğa doğru yüzüyordum. Koyuk küçük müydü ne, açıktaymışım gibi bir huzursuzluk hissediyordum. Etrafta bir sakinlik vardı böyle zamanlar çok tekin zamanlar değildi. Vasili’nin adaletini düşünürken bir küpezi yutuvermiştim, karnından küçük bir ısırık. Iki gün yeter miydi bana. Vasili beni tutsa  hangi  sofrayı iki gün doldururdum ki, bir anda yutuverirlerdi beni. Birdenbire kuyruğumda derin bir yanma hissettim.
Ahhhhhhhhhhh… Ahhhhh…. Sürükleniyordum sadece kuyruğumu alıp giden vefalı kimdi. Akya yaktın beni…
İçimde öylece duran küpez de böyle düşünmüş müdür?
Yukarıdaki oltalardan bir sevinç çığlığı mı geliyor ne?
 Hiç konuşmayan Vasili’nin sesi mi bu? Yo yo Vasili olamaz bu. O öyle bir sevinç çığlığı atmaz.
“Ağzında bir levrak kuyruğu ile gelen bu koca balık akya mı  kaptan?
Taze ıhlamur rengindeki yayvan, geniş dalgalar beni kucaklarında kıyıya doğru götürüyorlar, sonra tam kıyıya vuracakken arkadan gelen dalga beni  yeniden kucağına alıyordu. Artık,  ağzımı zor açıp kapatıyorum. Kıyıda dalgaların arasında bir aşağı bir yukarı inip çıkan, meneviş rengi pırıltıların yansıması yüzünde oynaşırken gözlerini kırpıştıran bir adamın avuçlarına doğru süzülüyordum. Kuyruğumu fark edince içinde titreyen bir tel  yüzgeçlerimi  de titretti. O sırada Vasili motoru çalıştırdı. Artık ne Mandalya Körfezi, ne Fırtına Kuşu, ne mağrur mağrur gezen denizatı  kalmıştı. Geriye birkaç  nefes alıp verme, kuyruğun sallanmaya çalışılması ama garip bir boşluk. Yayvan dalgaların çalkantısıyla  ağır ağır sallanan Fırtına Kuşu’nun motorunu çalıştıran Vasili, dümeni döndürüp de vira bismillah diyince, eğildi  balıklardan bazılarını alıp öptü, denize attı.