Reklam

Bir öykü yazarken

Bir öykü yazarken
13 Ocak 2021 - 15:18
Fadime Uslu
Bir öyküyü yazarken karşımıza pek çok soru çıkabilir. Hikâyeyi, yani olay örgüsünü nasıl, ne biçimde, hangi anlatıcı aracılığıyla, nereden başlayarak, hangi yöntemleri kullanarak anlatacağız? Öyküye başlarken bu soruları önemsemeyiz. İçimizden kopan cümleleri yazarız. Ama öykü sadece içimizden kopan cümlelerin dizildiği bir alan değildir. Hikâyeyi yazıp anlatınca öykü bitmez, tam tersi, her şey bundan sonra başlar. Çünkü öykünün kendine has estetik yasası vardır ve diğer sanatlarda olduğu gibi teknikle biçimlenir. Tekniği düşünürken sorular artabilir. Hikâyenin çerçevesini, sınırlarını neye göre belirleyeceğiz? Kurgunun yapısı ne olacak, buna başta karar vermiş olsak bile kurguyla metnin düşüncesi arasındaki uyumu en iyi nasıl yansıtabiliriz? Dil atmosferini, cümlelerin ritmini, genel olarak tempoyu neye göre, ne biçimde düzenleyeceğiz? Çok iyi bir öykü okuru olabiliriz. Öykü sanatıyla ilgili kuramsal yazılara da hâkim olabiliriz. Okuduğumuzu çözümlerken kurmacanın kendine özgü işleyiş tarzını, tekniğini açıklayabiliriz. Yazıdaki sorunları çözmek için hiçbiri yeterli değildir. Önce, hikâyeyi farklı biçimlerde yaşamak, yazmak, silmek, yazdığımız kadar silmeyi göze almak gerekir. Öykü yazarken en büyük mesele; dili, kurguyu hikâyenin ruhuna göre yaratmaktır. Hikâyeyi etraflıca bilmek sorunu çözmez. Bilgi yanıltıcı olabilir. Özüne ulaşmak için hikâyenin bize söylediğine kulak kesilip dinlemek gerekir. Kuru bir dinleme olmamalıdır bu.
Söylediklerinde söylemediğini bulmak, ifade edemediğini anlamak, ses tonunu, seste değişen tınıları, ses rengini duyumsamak, fiziksel koşullarında yaşamamış olsak da hikâyeyi başka türlü yaşamak gerekir. Karakterin yürek atışını duymadan rüyasını yazamayız. Bu duyuş, süreç ister. Yazma sırasında yaratıcı olan belki de sadece süreçtir. Duyularımızla derinlemesine yaşadığımız, hatta bir parçamız hâline getirdiğimiz hikâyedeki gerçeği çoğu zaman yazma sürecinde keşfederiz. Onunla ilgili iç görümüz derinleştikçe o da değişebilir. Yolumuz, yönümüz farklı bir istikâmete kayabilir. Hikâye için başlangıçta belirlediğimiz yol haritasından bütünüyle sapabiliriz. Bu durumda, öyküye başladığımızdaki bildiğimiz gerçeğin dışına çıkmışızdır. Yazarı olarak biz de, hikâyenin kendisi de başlangıçtaki biz değilizdir artık. Sonuçta her öykü, sonu belirsiz bir serüvendir. Serüvenin güzelliği de değişime açık olmakta, değişkenlere uyum sağlamakla ilgilidir. Süreç bizi hikâyenin özüne ulaştırdıktan sonra ses tonunu öze göre belirleriz. Konuşma hızına, sözünü söyleme tavrına en uygun olan sesle ifade etmeyi tercih ederiz. Hikâye içeriden bir bakışı talep ediyorsa ben anlatım en iyi tercihtir. Anlatıcının da karakterine göre ses tonunu belirlemek ve bunu tutarlı biçimde işlemek gerekir. İçeride ve dışarıda olanları, dışarıya bakış mesafesini, görme yöntemindeki tavrı, mizahı, ironiyi, nükteyi, kısacası yaşamın içinde olan her şeyden öyküye neyi, ne kadar, nasıl alacağımızı da tabii. Her hikâye bilgi yumağıdır. Karakter, mekân, zaman bilgilerinin yanı sıra, olayın ve durumun açık, gizli, örtük bilgileriyle sarmalanmıştır. Genel olarak anlatma süresi uzadıkça bilgiye daha çok ihtiyaç duyarız (Ama bu genel geçer bir ifadedir ve pek çok istisnası vardır). Karakterin mizacı, kişiliği, hazları, hazzı nasıl yaşadığı, doğum tarihi, burcu, yükselen burcu, ailesi, aidiyet hissi, coğrafya ve kültürle bağı, siyaseti-toplumu- bireyi kavrayışı, düşünce yöntemi, sanatı algılayışı, kendisi ve çevresiyle ilişkisi, kabul ettikleri ve belki de kabullerinden daha fazla reddettikleri hakkında edindiğimiz/oluşturduğumuz bilgilerden ne kadarını kullanmalıyız?
Karakterle ilgili tüm bunları bilmeyebiliriz. Önemli olan hikâyede bunlar çerçevesinde neyi, nasıl söylediği, nasıl davrandığıdır. Karakter bir olay/durum karşısındaki tepkisinde, sıraladığım bilgi alanlarından birçoğunu yansıtır. Açık ya da örtük biçimdedir bu. Öykü yazarken bizler kişi adına, bir başka kişinin adına konuşuruz. Anlatıcımız aracılığıyla yaparız bunu. Oysa herkes kendi sözünü kendisi söyleyebilir. Herkes kendi sözünü kendisi söyleyebilecekken bizi, kişiyi anlatmaya iten ya da kişide yazmak için bizi çeken bir güç vardır. Onun ne olduğunu bulmak hikâyeyi de bulmaktır çoğu zaman. Karakterlerimizi çalışırken, çalışmanın herhangi bir aşamasında kendimize şu soruyu sorabiliriz: Kişilerin davranışlarında, konuşma ve susma biçimlerinde, olayı yaşama tarzlarında, tercihlerinde, gözlem- dolayısıyla deneyimlerinde onları ne kadar, ne düzeyde yansıttım? Öyküde kişi, karakter olarak bir temsildir. Aynı zamanda temsilin ötesinde olan şeydir. Kişilerin davranışları; konuşma–susma biçimleri; başka öykü kişileriyle kurdukları iletişimdeki yönelimleri; tercihleri; gözlemleri onların kültürel yapısını, politik tavrını, insani duruşunu ortaya koyar. Öyküde kişinin karakteristik özelliklerini yansıtması için uygun koşulları oluşturmak gerekir. Kişinin olay/ durum karşısındaki duyarlığı böylece ortaya çıkar. Hikâyede kişilerin birbiriyle ilişkisini, mesafesini göstermek onları ve hikâyeyi canlandıracaktır. İşte bu noktada kişilerin dünya üzerinde yer kapladığı alan içindeki pozisyonu, onun yaşamla arasındaki boyutları kendiliğinden açıklanacaktır. Kişinin davranışlarını aktarırken ayrıntılar girer devreye. Meselenin bizden beklediği ayrıntıları işlevsel biçimde kullanmak etkiyi artırır. Ayrıntılar, derinleşebilme olanağını açan etkenlerden biridir. Etkili kullanıldığında küçük ayrıntılar ve gündelik hayatın sözcükleri, öyküde başlı başına birer felsefe haline gelebilir. Hikâyenin boyunduruğu altında kalmamak için hikâye anlatma ya da onu yorumlama baskısından kurtulmak gerekir. Hep aynı şeyi, aynı tonda, aynı biçimde söyleyip duruyorsa yazar, söylediği şeyin vaizi olmuş demektir. Örneğin, yalnızlığı, çıkışsızlığı anlatıp hep onun etrafında dönüp duruyorsa, bir noktadan sonra vaaz ettiği şeyin köleliğini de benimsemiş demektir. Anlatım biçimi, yazara özgü olan şeydir.
Öykü, özgünlüğünü yazarın dildeki hareket biçimiyle, takındığı tavırla, sözcüklerinin edasıyla ortaya koyar. Her hikâye, kendi yapısına uygun anlatım biçimini ister yazarından. Bu noktada, sözü söyleme biçimi kadar kurgunun düzenini de hikâyenin ruhuna göre biçimleyip örmek yapıyı güçlendirir. Hikâyenin derinliğiyle anlatımın ses tonu, anlatılanla onun nasıl anlatıldığı arasındaki uyum eserin estetik yapısını ifade eder. Peki, bu uyumu nasıl yakalayabiliriz? Tempo ilk yanıtlardan biridir. Tempo deyince spor müsabakası spikerleri gelir aklıma. Maçın ritmine göre konuşan, sesini hareketlere göre değiştiren bir anlatıcı ses. Oyuncularla top hızlandıkça spikerin sesindeki aksiyon da artar. Böyle olmasaydı maçın tadı yavan kalırdı kuşkusuz. Öyküde de anlatımın hızı bu denli etkilidir. Hikâyeler doğal ortamlarında yaşamayı arzular. Onu doğal ortamında yaşatacak yazarın özdeki bilgiyi kavrama yetisi, görme biçiminde ve duyuşunda doğal olarak bulunur. Okuya okuya, yaza yaza edinilen birikim bunları geliştirir. Öykü, ne yazarının güdümü- nü kaldırabilir ne tekniğin baskısını. Teknik hikâyenin arka planıdır. Esas olan, hikâyenin duyarlığıdır. Teknik, onların etrafında şekillenir. Kurgunun matematiği, mimari düzeni, perspektif hikâyenin doğasına hizmet içindir. Bu değişkenleri hikâyenin ruhuna, yapı- sına göre oluşturduğumuzda öykü bir desteğe ihtiyaç duymadan kendi başına ayakları üzerinde durmaya başlar.

*Bu yazı Edebiyat Atölyesi Dergisi'nin kış sayısında yayımlanmıştır.