Reklam

Bıçak sırtında ilerleyen bir ilişki: Edebiyat ve politika

Bıçak sırtında ilerleyen bir ilişki: Edebiyat ve politika
17 Mayıs 2021 - 10:56
Doğuş Sarpkaya
Seneler önce Ankara’da bir panelde Direniş ve Edebiyat başlığı altında konuşuyorduk. Barış Yıldırım’ın edebiyatın kaçınılmaz olarak politik olduğunu anımsatan açılış sunumunun ardından salon hareketlenmeye başlamıştı. Yıldırım’ın edebiyatı politikaya indirgeyen bir Ortodoks olduğu konusunda fikir birliği vardı. Oysa basit bir doğrudan bahsediyordu Yıldırım. O paneldeki tartışmaları tek tek aktarmayacağım. Tahmin edileceği gibi konuşma sırası bana geldiğinde Barış Yıldırım’ı destekleyip tartışma fitilini yeniden alevlendirdim. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum. Tüm sanat dalları politiktir. Edebiyat da bundan bağımsız değildir. Ekim ayı sayısında Kitap Eki dergisinde Ayfer Tunç’un Osman romanıyla sonlanan üçlemesiyle ilgili yaptığım bir yoruma gelen eleştiriler üzerine bu konuyu yeniden düşünmeye başladım. Meramımı anlatmadan önce bir öz eleştiri yapayım: Bahsettiğim yazıda Ayfer Tunç’un Kapak Kızı, Yeşil Peri Gecesi ve Osman’da politikadan uzak durmaya çalıştığından bahsetmiştim. Yeşil Peri Gecesi’ni bu listeye dahil etmem kesinlikle hatalıydı. Yeşil Peri Gecesi, neredeyse her satırında politik bir atmosfer yaratmayı başaran bir roman. Genelleme yaparken düştüğüm bu yanlış nedeniyle okurlarımdan af dilerim. Fakat o kısa yorumum özellikle Kapak Kızı ve Osman için geçerliliğini koruyor. Her iki romanda da yazar bilerek politik olandan uzak durmuş. Bu da romanların etki gücünü zayıflatmış. Edebiyat ile politika ilişkisinde kestirmeci bir düşüncem olduğunu düşünmenizi istemem. Edebiyat eserlerinin apolitikliğini eleştirdiğimde de ne Jdonov özentisi bir edebiyat komiseri ne de sekter bir gerçekçilik savunucusu oluyorum. Benim savunduğum şey yazarın derdi ile eseri arasında paralel bir ilişkinin olması gerektiği. Eğer bir roman bir ülkenin belirli bir dönemindeki dönüşümü ele almayı düşündüyse o dönemin toplumsal gelişmelerini de eserinin içine yedirmeyi başarır. Bunu kuru bir tarih anlatımıyla gerçekleştirmesi, güncel gelişmeleri aktaran bir raportör olması da gerekmez. Kimi yazar doğrudan gerçekliği yansıtan sahneler yoluyla kimi zaman simgesel bir anlatımla kimi zamansa daha küçük toplumsal birimler arasındaki ilişkiyle gerçekleştirir bunu. Tabii kullanılacak yöntemler bunlarla sınırlı değil. Velhasıl usta bir yazar doğru bir yöntem bulmayı çoğunlukla başarır.


Şunu vurgulamakta yarar var: Edebiyat- politika dengesini tutturmak her zaman kolay değildir. Büyük yazarlar bile bazen dengelerini yitirebilir. Çünkü yazar aynı zamanda kendinin, eserin, okurun ve dünyanın gerçeği arasındaki ilişkiyi doğru bir şekilde düzenlemek zorundadır. Bu bileşenlerin herhangi biri ağır bastığında arazlar ortaya çıkmaya başlar. Yazarın güncel politik atmosferi anlatma derdi öne geçerse eserin gerçeği zarar görmeye başlar. Sosyalist gerçekçilerin kalıplaşmış eserlerinde bunu gözlemleyebiliriz. Toplumsal dönüşüm ve işçi sınıfının mücadelesi anlatının merkezine yerleştikçe günlük hayattaki çelişkilerin ve çatışmaların görünmez olmaya başladığını gözlemleriz bu romanlarda. Ana karakterlerin genelde peygamberimsi idealistlikte oluşu da okurun gerçeğiyle çelişir.
Yazarın kendi politik görüşünün öne çıktığı romanların ise didaktikliğe doğru sürüklenme riski vardır. Mesela Tolstoy’un çoğu eserinde baskın olan Hıristiyan ahlakçılığı birer şaheser olan romanlarının nazar boncuğudur. Belirli bir okuru hedefleyerek yazılan romanlar ise çoğunlukla dünyanın gerçeği ile iletişimini keser. Piyasa için yazılan alttürlerde gözlemlenen şey budur. Neredeyse tüm roman tarihi boyunca okur bulmuş bu tarz eserler, bir düş dünyasının pazarlanması mantığıyla yazılırlar. Şövalye romansları, aşk kitapları, melodramlar aşırı duygusallıkları, basmakalıp çatışma yapılarıyla okuru bilindik bir dünyanın içine davet ederler. Sonuç olarak yazarın bıçak sırtında ilerleyerek yarattığı gerçeklik, politik olanı da içinde barındırır. Yazar apolitikse ve kendi gerçeğini esere dayatıyorsa eserinin de apolitik olması kaçınılmazdır. Yazarın değil karakterin gerçeğinin baskın olduğu durumlarda ise roman kişisinin duruşu eserin atmosferinde belirleyici olmaya başlar.
Okurun merkeze alındığı durumlarda hedef kitlenin tercihlerinin ön plana çıkacağını söylemek mümkün. Kimi zamansa hedef kitlenin tercihlerine göre eser veriyor izlenimi veren muhafazakâr anlatılarla da karşılaşmamız şaşırtıcı değildir. Muhafazakârlar da politik tavrını yansıtırken roman estetiğinin dışına çıkıp, kahraman idealizasyonu yapabilir. Başta konuştuğumuz konuya dönersek: Bariz bir gerçeği dillendirmek her ne kadar sıkıcı olsa da edebiyat ile politika arasında diyalektik bir ilişkinin olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak zorunda kaldığımız bir süreçten geçiyoruz. Çünkü düz dünyacıların, aşı karşıtlarının, iklim krizini reddedenlerin dünyasında gerçeğin somut olduğunu her gün haykırmak gerekiyor. Walter Benjamin’in Bertolt Brecht’in odasıyla ilgili anlattığı, sıklıkla alıntıladığım, şu hikâye de basit gerçekleri her çağda anlatmamız gerektiği gerçeğini bizlere hatırlatıyor: “Brecht’in çalışma odasının tavanını destekleyen bir kalasa boyayla şu söz yazılmıştı: ‘Gerçek somuttur.’ Pencerelerden birinin eşiğinde kafasını sallayabilen tahtadan bir eşek duruyordu. Brecht onun boynuna da şöyle bir yafta asmıştı: ‘Bunu ben bile anlamalıyım.’