ÖYKÜ/Kana bulandık

Kubilay Yılmaz
Kan kokuyordu, acıyı bastıracak kadar. Suzan kanının kuruduğu burnundan zorla nefes alırken bile dayanamıyordu baskın kokuya. Kendi kanı olsa dahi bu midesini bulandırıyordu. Bütün bedenini acı sarmıştı. Bunu neresinin ağrıdığını öğrenmeye çalışırken anladı. Ayağa kalkmak, doğrulmak istemiyordu, olduğu gibi yerde kalsa olurdu sonsuza kadar. Usulca birinin yaklaştığını fark etti, kardeşi Hatice. Küçük kız korkusunun etkisi altındaydı ve bir o kadar da korkusunu yaşamaya dermanı kalmamıştı. Suzan, kısa bir süre baktı kardeşine, su birikintilerinde seyretmeye doyamadığı dolunayın yansıması kadar güzel olan ağlamaktan kızarmış ıslak gözlerine, korkudan dolayı hızlı hızlı nefes alışlarına baktı. Biriciği, ellerinde büyümüş ışık suratlı küçük kardeşine. Gel, korkma diyecekken çıkmadı ses. Boğazına kan birikmişti, hırıltılar yükseldi sadece. Boğazını temizledi Suzan, annesinin verdiği genç kızın sahip olması gerek o terbiyeli davranışlara küfredercesine tükürdü yanağının kenarından yere. O ara fark edebildi anca yeri kaplamış duvarlara sıçramış kanını. Kendisiyle gurur duydu bir anda. 1.65 boyunda, zayıf bir genç kızdı. Küçükken herkesin hastalıktan, zayıflıktan ölmesini beklediği o kız çocuğu nelere dayanabilmişti. Küçük kardeşini “Gel yanıma Hatice, korkma.” deyip yanına çağırdı Suzan. Hatice ürkek bir karaca gibi yanaştı ablasının yanına. Gördüklerinin korkusuyla evin kuytu bir köşesine kaçıp saklanmış, ortalık sakinleşince usulca ablasını görmek için ablasının olduğu odaya gitmişti. O küçücük yaşında olmaması gereken bir şeyi deneyimlemek, şahit olmak zorunda kalıyordu. Daha önce yaşadığı birçok olay gibi. Ablası Suzan’ın yanına dizlerinin üzerine çöktü Hatice.
“Abla canın acıyor mu?” diye sordu ablası bir eliyle kolunu sıvazlamaya çalışırken. “Acımıyor gülüm benim, hadi git Ayşe neneme, dedemi alıp gelsin. Hem Serap ablan da oradaydı. Hadi Hatice’m.” dedi Suzan. Dişlerini bile sıkmaya dermanı yokken konuşmak içinden parçalar kesip alıyorlarmış gibiydi onun için. Suzan kardeşinin bir çırpıda evden çıkıp gitmesiyle gözyaşlarının esiri olmuştu.

Tüm bu yaşadıkları akla sığmayacak sebeplerden meydana geliyordu. Annesi öldükten sonra yaşandı ne yaşandıysa. Ondan öncekiler annesinin yanında olmasının verdiği güven ile kaybolup gidiyordu aklının köşesinden. Annesi kanserden hayatını kaybetmişti, adını bile tam söyleyemediği pankreas kanserinden. Annesinin yaklaşık 3 ay önceki vefatının verdiği o tarif edilemez acıyı, o acının yarattığı matem havasını babasının ve ağabeyinin yaptıkları ortadan kaldırıyordu. Ağabeyinin annesi vefat etmeden önce de çığırından çıkmış hayatına babası da dâhil olmuştu. Ağabeyi iki yıl önce lise okumak için gittiği şehirden uyuşturucu bağımlısı bir yitik hayat olarak gelmiş ve şehir ile köy arasında gidip gelen cehennemini yaşıyordu. Babası ise annesinin ölümünden sonra köşeye sıkışmış bir köpek gibi etrafındakilere saldırıyordu ve daha önceden var olan kumar hayatına katman üzerine katman ekleyip hayatının büyük bir parçası haline getirmişti.

Suzan’ın bir ablası, bir ağabeyi, on yaşında bir erkek kardeşi, on altı ve on dört yaşlarında iki kız kardeşi ve en küçükleri yedi yaşında olan Hatice’si vardı. Kalabalık ve neşeli bir aileye sahip olan Suzan’ın annesini kaybettikten sonra hem ailesi hem de neşesi kaybolmuştu. Ablası Şükran evlenmişti annesi vefat etmeden hemen önce, on altı yaşındaki kız kardeşi Ayşe annesinin vefatından sonra aşağı köylerden birine, bir adamla kaçmıştı. Evdeki bütün işler ve kardeşleri artık Suzan’ın sorumluluğuydu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de babası ve ağabeyinin yaşantılarının etkisiyle yaptıkları ekleniyordu. Babası ve ağabeyinden dün yediği öldüresiye dayağın sebebi de Suzan’ın artık yeter demesinden başka bir şey değildi. Hatırlayabildiği sahneler de çok fazla değildi. Yumruklar, tokatlar, tekmeler, sopalar, sürüklemeler, yerden yere çarpmalar. En çok canını acıtan da küçük erkek kardeşi Ahmet’in de onu tekmelemesiydi. Yirmi yaşındaydı Suzan ve 10 yaşında eline Ahmet’i tutuşturmuştu annesi, ben işlere bakarken sen bakacaksın kardeşine demişti. Çocukken çocuğa bakmak zorundaydı. İşte o Ahmet, oyun mu sanıyordu bilinmez ama ablasını babası ve ağabeyinin ardından yerde tekmeliyordu. Annesi çok severdi ağabeyini, ölümün tüm bedenini sardığı anlarda bile oğlunu düşünür uzaklara dalardı. Son anında bile Suzan’ın kucağında oğlunu sormuştu ona. O an aklına düştü Suzan’ın annesinin ağabeyini sorduğu ve ‘Ordu’nun dereleri’ türküsünü mırıldandığı. Oğlu her aklına düştüğünde bu türküyü söylerdi. Annesi Suzan’a, ağzımdan kan geldiği vakit ben öleceğim kızım demişti. O türkünün ardından oğluna hasret içerisinde kan kusmuş ve Suzan’ın kucağında, Suzan’ın gözyaşları içerisinde son nefesini vermişti. Suzan ürperdi o an. Annesinin son nefesinde yanağından ellerine akan kanı bulanmıştı sanki tüm bedenine, tüm hayatına. Ağabeyi gelmiş ve annesine veda ediyordu kana bulayarak.
 

öykü edebiyat gününöyküsü edebiyatatölyesi dergisi