Günün Öyküsü: Tutu
06 Aralık 2024 - 16:40
Murat Kocalar
Hay aksi kulaklığımı gece şarj etmeyi nasıl unuturum! Zaten koltuk aralarının darlığından dizlerim önümdeki koltuğun içine geçti ki sırtımda da başka iki diz kapağı. Tura katılanların çoğu da emekli yaş grubunda. Neyse ki orta yaşta çocuksuz üç çiftle üniversiteli iki kız arkadaş da var. Olsun; yeni birileri için değil, yeni yerler biriktirmek için yoldayım. Ha dur dur! Gerçi rehberimiz de genç. Acaba gerçekten turist rehberi mi? Geçen yıl Orta Avrupa turunda tanıştığım rehberin; Mücevheratçıda çalışmak için Prag’a yerleştiğini, Belarusça ve Macarcasını geliştirince rehberlik yapmaya başladığını öğrendiğimden beri, gerçekten turist rehberliği mezunu olup olmadıklarını sorgular oldum. ‘’Değerli misafirlerimiz, yaklaşık 10 dakika içinde Ulubey Kanyon’unda olacağız. Yüksekliği 150 metreyi bulan cam terasta fotoğraf çekip, manzaranın keyfini yaşamanız için 45 dakika mola vereceğiz. Otobüsten indiğimizde de bölgenin yapısı hakkında ilave bilgiler aktaracağım.’’ Yenilenmek için çıktığım yolda, yükseklikle olan imtihanım yine çok yakınımda bitiverdi. İnsanın kaçtığı ne varsa usulca sokuluyor kendisine. En iyisi otobüsten hiç inmemek. Belki de inerim; rehberle sohbet açar, hangi okuldan mezun olduğunu da öğrenirim. Hepsi de aynı olacak değil ya? Bilmiyorum; ya dün gece Google’dan, gideceğimiz yerleri aratıp, çektiği fotoğrafları Instagram’a atacak olanlara yetecek kadarını ezberlediyse… İki arka koltuktan gelen torba hışırtısıyla diz kapaklarımı, önümde oturan kişinin sırtından alıp koltuğumda doğruluyorum. Sırtımda olan diz kapaklarıysa bu kez kuyruk sokumumda hükmünü ilan etti bile. Ya burnumun direğini sızlatan salam kokusu! Oteldeki kahvaltı salonunda da aynı kokuyu almıştım. İlla yanınıza alacaksanız peçeteye sarın, niye o hışırtılı torba? Bir an önce inmek istiyor; cama vurduğum tırnaklarımla, dört nala koşan atlıların ritmini tutturuyorum. ‘’Dünyanın ikinci büyük kanyonuna hoş geldiniz, otobüsten inerken değerli eşyalarınızı yanınıza almayı unutmayın lütfen.’’ Anons daha bitmeden kalkıp rehberin hemen ardından iniyorum. O rujunu tazelerken ben de bir sigara yakıp etrafı inceliyorum. Dumandan mı alışık olmadığım bol oksijenden mi bilmiyorum ama zihnim daha açık. Diğerleriyle birlikte rehberin peşinde cam terasa ilerliyorum. Yenilenmek için şart olan da bu. ‘’Cam teras için gişeden biletlerimizi alıp, soldaki kutudan temiz galoşları ayakkabılarımıza giydiriyoruz. Kanyonun toplam uzunluğu 77 metre olup at nalı şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Antik döneme ait su kanalları, kaya mezarları, Pepouza Antik Kenti de bulunduğumuz bölgede yer alıyor. Herkes hazırsa geçebiliriz.’’ Gerçekten hazır mıyım? Hiç uçağa hatta dönme dolaba bile binmedim. Ya giriş ya da yüksek giriş dairelerde yaşadım. Üst geçitleri de hiç kullanmam! Çünkü onu gördüm; zamanının Türkan’ı, namı diğer Tutu’yu…
Herkesin bir taşınma hikayesi vardır. Bazan istekli bazan da zorunlu olan. Kırmızı tuğlalı, damındaki antenlere uçurtmaların takıldığı, inip çıkarken komşuların kapılarına çektiği seyyar lambalarla aydınlanan, kedi sidiğinin apartman duvarlarına sindiği o binanın en üst katına taşındığımızda, beş yaşımdayken tanıdım Tutu’yu. Onu ilk gördüğümde annemin ardına saklanmış, ondan çok ürkmüştüm. Zamanla, onun varlığına alıştım. İlk okula başladıktan, aklım erdikten sonra Tutu’nun hayatına dair boşlukları da doldurmaya başladım. Annemle gittiğimiz komşu günlerinde konu döner dolaşır Tutu’ya gelirdi. Güzelliğiyle esnafı kapıya döken, kaldırımda yürüyeni yola savuran, pencereden bakanı ardından yarı belinden aşağı sarkıtan Türkan. Gamzesi elmacık kemiğinde, omuzlarına dökülen koyu kumral saçları, dokunamayan ellere ızdırap Türkan. Tanıdığım zamanın Tutu’su, mahallelinin anlata anlata bitiremediği Türkan. ‘’Çok hoşsunuz, galoşları cam terasa çıkarken giymeniz gerekiyordu; burada değil.’’ Önümde kümelenen izmaritlerin arasına birini daha atıp galoşlu ayakkabımla söndürmeye çalışırken rehberimize ‘’Affedersiniz yenilerini alırım şimdi.’’ deyip yerdeki izmaritleri toplamaya başlıyorum. Hafifçe eğilip gülümsüyor ve ‘’Molamızın yarısı geçti, buraya kadar gelip görmeden dönmek istemezsiniz; hadi birlikte geçelim.’’ Geçelim geçmesine de nasıl? Yüksekten korktuğumu, bir kadına itiraf etmek için doğru zaman değil. Çaresizce civciv gibi peşine düşüp cam terasa doğru yürüyorum.
Türkan’ın talipleri çoktu, evlenme yaşı da gelmişti. Öğretmen bir damat, aile için de evlenecek kız için de bulunmaz Hint kumaşıydı. Öyle de olmuştu. Mahalledeki erkeklerin rüyasını süsleyen Türkan, Lokman öğretmenle evlenmişti. Lise terk olan Türkan, kocasıyla gittiği eş dost ziyaretlerinde onu utandırmamak için gazetelerin magazin eklerini takip edip terziye, orada gördüklerine benzer elbiseler diktirir; Yeşilçam filmlerini pür dikkat, son ses izlerdi. Evliliğinden de hayatından da çok memnundu. Ancak zamanla Lokman öğretmenin başka kadınlara olan düşkünlüğünü fark eden Türkan, ilk başlarda sessiz kalmaya çalışsa da bunu çok sürdüremedi. Neşesiyle birlikte güzelliği de günden güne tükeniyordu. Bir yastıkta çıkılan yolda çoğu geceler tek başına yatar olmuştu. Bir kadının, bir erkeğe yetmediklerindendi Türkan. Oysa iki kız, bir erkek evlat doğurmuştu. Çok sevdiği kocası ona yabancı, Türkan yaşadıklarının ağırlığıyla herkese duvar olmuştu. Önceleri kendi kendine konuşmaya, sonra her gün caddenin bir ucundan öteki ucuna yürümeye, bazan da tarladaki korkuluk misali saatlerce olduğu yerde dikilmeye başladı. Artık o, Türkan değil Tutu’ydu. Hiç değiştirmediği sürekli giydiği mora çalan elbisesi, permalı gibi olan kapkara saçları, boş bakışları, sırtındaki hafif kamburu, bir şey diyecekmişçesine kıpraşıp duran dudaklarıyla Tutu. Benim tanıdığım Tutu.
Üniversiteli kızlar değil mi bunlar? Bana doğru mu geliyorlar? ‘’Pardon! Bizim bir fotoğrafımızı çekebilir misiniz?’’Selfie çekilmeyi ben de hiç sevmem. Kamerayı yakınlaştırarak ama terasa yaklaşmadan birkaç pozlarını çekiyorum. Kızların yanı başında, cam terasın üstünde zıplayan çocuklara gözüm takılıyor. İnsan çocukken daha korkusuz oluyor.
Apartman sakinlerinin ortak kullandığı terasta -komşu kadınlar sohbet ederdi- çocuklarla oyun oynardık. Bazı günler Tutu da terasa gelir; komşuların verdiği çaydan hiç yudumlamadan bardağı elinde tutar, muhabbete katılmaz, bizi izlerdi. Birkaç kez de terastan dama çıkılan, tuğladan basamakları olan merdivenin tam ortasında dururken denk gelmiştik. Ne yukarı çıkar ne de aşağı inerdi. ‘’Tutu, bacım gel seni eve indireyim.’’ diyen anneme cevap vermeden öylece dururdu. Mahalleden yolu ilk kez geçip rastlayanlar korkuyla ya da alaycı tavırlarla bakar; çocuklar peşinden olur olmaz sesler çıkarıp onun verdiği tepkilere katıla katıla gülerlerdi. Bazı akşamlar hep aynı tonda kapımızı tıklatırdı. İlk başlarda yadırgasak da alışmıştık. Annem oralı olmaz, babam açardı. ‘’Hoş geldin Türkan Hanım, buyur gel.’’ derdi. Bir kez olsun ona Tutu dediğini hatırlamam. Annem ise az önceki o halinden hiç eser yokmuşçasına, meraklanmış gibi ‘’Hayrola Tutu! Bir şey mi oldu bacım?’’ diye kapıda beliriverirdi. Tutu daha bir şey demeye kalmadan Lokman Bey elindeki fenerle merdivenleri aydınlatarak çıkar, onu alıp evine inerdi. Sonra bir kavga kıyamet kopardı ki sesleri duymamak için başımı yastığın altına gömerdim. Babam da annem de bir şey olmamış gibi davranırlardı. Aile mahremdi. Kapının ardı, kapının dışındakilerin müdahil olabileceği bir yer değildi. Yine bir gün terasta oynarken, caddeden yükselen bağırış çağırışları duyunca hemen koşup aşağıya baktım. Tutu, dördüncü kattaki evinin pencere pervazına çıkmış sağa sola bakınıp duruyordu. Yolda toplananların sesi, karşı binalardaki pencerelerde ah vah edenlerin sesine karışmıştı. O sırada, belki de gökyüzüne bakmak için başını yukarı kaldırdığında, onunla göz göze geldim. Bana daha önce hiç gülmediği gibi öyle bir güldü ki gamzelerini ilk kez gördüm. Sekiz yaşında bir çocuğun vereceği şekilde karşılık verdim, dökülen dişlerimi gizleyerek gülümsedim. Sonra kahkahası mahalleyi inletti, tüm sesleri, her şeyi bastırdı. Ve bir anda kendini boşluğa bıraktı. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Yere çöküp kaldım. Birkaç dakika sonra eve doğru koştum. Annem türkü söylüyordu; sesi de evimizin çıkmaz sokağa cephesi olan mutfak tarafından geliyordu. Kasaptan aldığı bir kilo kıymayı beş eşit parçaya ayırmış, buzlukta muhafaza etmek için o hışırtılı torbalara koyuyordu. Geldiğimi fark edip arkasına dönmeden ‘’Önlüğünü giydin mi? Beslenme çantandaki zeytinleri yemeyeceksen çöpe atma geri getir. Müsriflik iyi bir şey değil.’’ Ona ‘’Anne, Tutu uçtu.’’ diyebildim.
‘’Değerli misafirler, molamızın sona ermesine 10 dakika var, toparlanalım.’’ On dakika! Sanki bir asırdır buradayım. Tuh! Yine göz göze geldik. ‘’Halen çıkmadınız mı? Az önce peşimden… Neyse verin elinizi bana, hadi.’’ Mola başladığından beri bir öne bir arkaya gidip durdum, anladı tabii. ‘’Peki.’’ deyip elimi uzatıyorum. Gözlerim kapalı, birlikte ilerliyoruz. ‘’Şimdi ilk adımı atıyoruz, merak etmeyin elinizi bırakmayacağım.’’ Sen bıraksan ben bırakmam. Yeni yürümeye başlayan bir bebeğin küçük adımları gibi adımlarım. Bir kadınla yükseklikten uzaklaşmışken şimdi başka bir kadınla yükseklikle barışıyorum yeniden. Gözlerimi açıyorum; cam terasın tam ortasındayız. Gülümsüyor bana, ben de ona. Sanki camdan bir gökyüzünün üstündeyiz, yavaşça oturuyoruz. O anda telefonum çalıyor, annem. Onun konuşmasına fırsat vermeden ‘’Babama da söyle, yarın akşam sizi almaya geleceğim, lunaparka gideceğiz.’’