Reklam

Otlu gözleme*

Otlu gözleme*
17 Kasım 2020 - 14:54
Hande Çiğdemoğlu
HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Yavan koruk tadında bir gün daha... Gözüm güne açılmak istemiyor, bedenim yatağa geri dönmenin derdinde. Çocukken uykuyu nasıl severdim, annem az uğraşmazdı yataktan kaldırmak için. Şimdi el mecbur kalkıyorum sabahın çipil saatinde. Ben de anneyim ya artık, hâlâ inanamıyorum. Sonra çocukların babasının homurdanan sesini duyuyorum. Bir de açık ağzından yastığa akan salyalarını gördüm mü kendime geliyorum. Gelmesem ne fayda! Gidip ocağı yakmam, hamuru karmam lazım.

Tatilciler gözlemeyi sever. Kimi otlu gözleme ve çay ister kahvaltıda, kimi “peyniri bol olsun”lu gözlemeyle sabah sabah ayran içer. Onlardan önce çocuklara bir iki domates, biber doğrasam iyi olacak. İki de yumurta haşlayıversem. Garibanlar her gün gözleme yemekten kof akıl olacaklar. Gerçi onların umurunda mı, bebelikten anca çıkmış iki deli fişek oğlan. Ağızlarına iki lokma attılar mı hop yukarı mahalleye, oradan denize. Nerede haylazlık, nerede hinli iş var bizimkiler orada. Öğle olur, güneş tepelerine geçer, kıçlarına yapışmış donlarıyla acıktık diye gelirler. Bir şeye de faydaları olsa! Hiç yoktan masalara peçete koysalar, yerleri ıslatıp süpür-seler. İsteseler servis bile yaparlar ama nerdee… Babaları da ağzını açıp bir laf etmez. Onun zehir zemberek dili bir bana çalışır.

“Seheer, hadi be kadın çolak mı oldun nerde kaldı pattisli? Seheer, bunlar pişene şu masaya ayran götür, Seheer çaya su çekmedin mi hay yarım aklına tükürdüğüm!”

Evin bahçesi, kahvaltıcı mı denir, çay bahçesi mi, işte ekmek teknemiz. Gözleme, ayran, çay, su. Bu yaz bir de dondurma dolabı aldık iyi oldu. Bizimkilerin elinden kurtardığımız kadarı iyi gidiyor sıcakta. Şu birkaç ay tatilcileri ne kadar doyurursak fayda. Yoksa bütün kış dua ederiz birilerinin ütüsü bozulsun, sigortaları yansın da, evde ayağını altına alıp sobanın karşısında siftinen bizim herife iş çıksın.

Hava nasıl da sıcak bugün. Dibine tezgâhımı kurduğum kocayemiş ağacının ne gölgesi var ki bana fayda etsin? İşin kötüsü dallarının arasından belli belirsiz esip, terli ensemi okşayan rüzgâr da çıkmadı daha. Bir de saçın görünmeyecek diye tutturur bizimki, unlu ellerimle başıma yapışan yemenimi düzeltirim iş güç arasında. Gömleğimin kollarını çok kıvırsam laf eder, utanmasa yaz günü ayağıma çorap giydirecek. Boğuluyorum. Sıcaktan, bu her yerimi örten bez parçalarından, birbirinin aynı bezeleri yuvarlamaktan, benim gibi iki ayaklı bir başlı olup bana başka bir yaratıkmışım gibi davranan insanları izlemekten, bitmeyen iştahlarını peynirli, otlu, kıymalı gözlemelerle doyurmaktan. Gün bitti diye sevinemeden bir de evi derleyip toplamaktan, çocukları doyur, yıka, yatır fasıllarından, en çok da gece el ayak çekilinceyi bekleyen ter kokulu ağır bir beden altında, bütün gün hamur tezgâhının altında uyuşmuş bacaklarımı gözlerim kapalı zoraki açmaktan…

“Alışırsın” demişti annem. “Babanın öldüğü ne kadar oldu şurada, ben bir başıma nasıl okuturum seni? Hem milletin gözü dili durmaz, dul olmak kolay mı sanırsın, bir de ‘kızını şehre gönderdi kim bilir ne etmeye’ derler. Uğraşamam kızım inan olsun uğraşamam!” Dizlerini ovaladığı ellerini saçımda gezdir-diği gün, dün gibi aklımda. “Kurban olduğum, inat etme. İyi çocuk derler Hüseyin’e. Allah kitap bilenlerden. Hem elinden her iş gelirmiş, evleri bahçeleri varmış mis gibi, uzak da değil hani birkaç saate gidip gelirsin istedin mi. Bir yaşlı anası varmış, o da ölür gider rahat edersin çöpsüz üzümle.”

Merhamet damarımı iyi bilirdi annem. Ezberden okuduğu lafları değiştire değiştire söyledi, ağladı, dövündü durdu günlerce. Bilirdi, yüzünü bir kere Mükerrem Teyze’nin torununun sünnet düğününde gördüğüm, benden iki yaş büyük ama saçları açılmaya başlamış, ter kokusu elini sıkarken duyulan bu çocuğu hiç sevmeyeceğim. Bilirdi gönlümün ırmakları başka bir yere akıyor. Bilirdi, benim elim kalem tutmaya alışkın, kafam çalışır elim az işler. Hep kızmaz mıydı zaten? “Şu kitaptan defterden başını kaldır da azıcık evin işine bak, Allahtan güzelliğin var yoksa kalacak-sın başıma.” O zamanlar güzel miydim bilmem ki? Ya şimdi?

Bugün ne kadar kalabalık. Kafile mi gelmiş neymiş, gelen gidenin haddi hesabı yok. Amcaoğlunu çağırdı bizimki yardıma, masalara yetişemiyorlar. Ellerim oklava yuvarlamaktan şişti daha öğlen olmadan. Yüzüm ateşin başında allandı, alnımın terini yemenimin ucuyla silip baş edemiyorum. Neyse ki aceleci, taşkın kalabalık kısa sürede dağıldı. Bizimki, kasanın başında bir yandan sigarasını tüttürüp paraları tasnif ediyor, diğer yandan sarı dişlerini sıkıştıra sıkıştıra sırıtıp, amcaoğluna gelip giden şortlu, yanık tenli bacakları, bikinilerden taşmış memeleri gösteriyor.
Onlar görmedi geleni. Ben gördüm! Her zaman geldiği bir yermiş gibi hızlıca bahçeye girip, bahçe kapısına yakın bir masaya oturdu. Koca adam. Yıllar, saçlarının kumral dalgasına ellememiş, boynu biraz öne eğilmiş sadece. Büyümüş büyümesine ama gözünden gene meraklı bir çocuk bakıyor. Bahçenin diğer ucundan seçiyorum, belki de o ka-dar iyi biliyorum ki görmeden biliyorum, uzun parmakları bir kızınki gibi narin.

Gelen Mehmet. Çakır Mehmet. Onu en son gördüğümde, çocukluğumuzdan ilk gençliğimize coşkuyla koşuyorduk.

Annemlere karşı en iyi arkadaşımı ya-landan Zehra gibi göstersem de aslında benim en iyi ve tek arkadaşım, hatta yol arkadaşım Mehmet’ti. Hayallerimin boynuna taş bağlayıp denize atmadan hemen önceydi.

Kasabadaki diğer tüm akranlar gibi ilkokuldan lise sona beraber okumuştuk onunla. Gözlerinin yeşilinden çakmak çakmak akan kıvrak bir zekâsı vardı. Aramızdaki tatlı çekişme her sınıfta sürer ama sene sonunda birinciliği at başı bana kaptırırdı. Kim bilir belki de mahsustan izin verirdi. Beni mutlu etmeyi sözünü hiç etmediği gösterişsiz bir görev, değerli bir yük gibi taşırdı sırtında. Düşünüyorum da beraber yapmayı sevdiğimiz ne çok şey vardı onunla. Okulun arka bahçesindeki çam ağaçlarından reçine toplamak, eve dönerken aldığımız leblebi tozunu kimi düşmüş süt dişlerimizin arasından üfürmek, caminin arkasında beslediğimiz köpeğimizi evden çantamıza koyduğumuz yemek artıklarıyla beslemek... Babası çok kitap alırdı Mehmet’e. Okumuş yazmış adamdı sonuçta, milli parkta müdürlük yapardı, koca orman mühendisi. Beni de severdi, alırken iki takım kitap alırdı ki değişerek okuyalım. Sonrasında kitapları biz seçer olduk. O hep aldı, biz hep okuduk.

Liseye geçtiğimiz sene, oradan oraya savrulan sekirik çocukluğumuzun yerinde hayallerimize fener tutan bir merakımız vardı. Cebiri daha 1’i, 2’yi öğrendiğimiz gün sevmiştik ama şu geometri denen şey, bambaşkaydı. Öyle büyülü, öyle sırlı. Pisagor teoremini öğrendiğimiz gün, merak ve hayranlık aynı anda kanımıza girmişti. Bu, a kare artı b kare eşittir c kareden fazlasıydı bizim için. Bizimkilerin yüzünden artık okuldan beraber eve dönemiyorduk. Ama o gün, tüm yasaklar heyecanımızın altında ufalanıp gitmişti. Pisagor dedenin, şu az ötedeki adada doğduğunu öğrenmek bizi gururlandırıyordu. Sahile inip, Sisam Adası’nı nasıl da hayranlıkla izlemiştik. Sonra elimizdeki çubuklarla ıslak kumlara dik üçgenler çizip, topladığımız taşları yan yana dizdik. Okulda kara tahtada gördüğümüz ne varsa kumda canlanıyor, sahici oluyordu. Orada ne kadar kaldık, kumlara neler yazdık hatırlamıyorum. O güne dair unutma-dığım tek şey, eve akşam ezanından çok sonra girdiğim, acemi yalanlarım ve yüzümde patlayan tokat! Masasında kıpırdanıp sağa sola baktı Mehmet. Başımı öne eğdim, yemenimi alnıma kadar çekip, önümdeki hamurları yuvarlamaya koyuldum. Yolu buraya neden düşmüştü, bizim kasaba varken? Kim bilir belki ailesini ziyaret ettikten sonra karısıyla baş başa tatil yapmak istemişlerdir. Çocuğu babaannesine bırakmışlardır mesela. Karısı var mıdır? Vardır elbet, niye olmasın. Güzeldir de. Tahsillidir, kim bilir belki öğretmen, belki mühendis. Belki de birlikte kazandığımız ama benim gidemediğim okulda tanışmışlardır. Haberlerini aldım, okuduğu okulda hoca olmuş, belki karısı da öyledir. Beni görmemeli Mehmet. Beraber kalem tuttuğumuz ellerimin tırnaklarına hamurlar yapışmış, “gece gibi bakıyor” dediği gözlerimin altı çökmüş, önce babamın sonra kocamın izin vermediği ama benim hep kısacık kestirmek istediğimi bildiği saçlarım gene örüklü, hem de çiçekli bir paçavranın içinde hapis.

Kızgın mıdır bana? Kurduğumuz onca hayal, yürüdüğümüz onca yoldan sonra böyle bir hayatı seçtiğim için. “İnsan beraber hayal kurabildiği, özünü, çekirdeğini adı gibi bildiği biriyle yaşamalı” derdi. “Çocukken en kıymetli oyuncağını gözü kapalı emanet ettiği biriyle geçirmeli hayatını!”

“Ya aşk?” demiştim hınzırca. Gözle-rimin içine, oradan kalbime yeşil yeşil, deniz dalgaları gibi coşkun bakmış, narin elleriyle saçıma yumuşacık dokunmuştu. “Üniversiteye gidince istediğin gibi kestirelim saçlarını, yüzünde altın oran var senin!” Utanmıştım, çocukken oynadığımız oyunları el ele oynamaktan, okul sıralarında diz dize problem çözmekten, denize attığımız taşların peşinden denize yuvarlanmaktan çok daha başka bir meridyendeydik artık. Kızaran yanaklarımı avuçlarına alıp, usulca dudaklarımı öpmüştü. O poyrazlı gün, sonrasında kendi ellerimle boğduğum hayatımın, en güzel günüydü.

“Seheer, bi otlu gözleme açıver! Çabuk ol, müşteri senin miskin kıçının keyfini beklemez.” O kayanın üstünde yakalanmış gibi irkildim. Başımda dikilmesin diye “Tamam” dedim. “Hazır olunca seslenirim.” Gözlerimi dolduran yaşlar, onları kırpmadığım için akmıyorlardı. Önümde hızla açtığım hamuru bile seçemiyordum. Sonra bulanık bir daireye dönüştü hamur, üzerinde iç içe geçmiş, birbirlerinin sırtına yaslanmış üçgenler belirdi. Pisagor’un bilmem kaç yüzüncü ispatıydı bu! Oysa ben üçgenlerin üstüne kıyılmış ısırgan otu, ebe gümeci, ıspanak koyuyordum. Dayanamayıp gözlerimi kapadım. Yaşlar isli yanaklarımdan süzüldü, üstünü kapattığım hamur saçın üzerinde buhar oldu.

“Önce Sisam’a gideriz, ustanın doğduğu toprağa ayak basmadan olmaz.” derdi. Ona karşı çıkardım. “Babillilerin izlerini takip etmeliyiz, sondan başa gidilir mi? Önce Irak El Hilla’ya sonra Mısır’a, belki Çin’ e sonra Sisam’a, en son İtalya Kroton’a...”

“Peki” demişti. “Onun geçtiği yollardan geçelim. Yüzyıllar önce hayatın içine girmiş teoremi biz de gözümüzle seçelim. En son okulunun yakıldığı yere gideriz. Kim bilir o zaman, biz de yeni ispatı çoktan yapmış oluruz. Ama önce şu okulu kazanalım da.”
Hem okuyup hem çalışacak, hayallerimizin rotası için para biriktirecektik. Sınava Mehmet’in babası götürmüştü bizi. Terli ellerimizden kayan su şişemiz, ceplerimizde çikolata ve okunmuş pi-rinçlerimiz vardı. Okula, el ele girmiştik. Kendi sınıflarımıza ayrılırken “Hadi ba-kalım kim daha çok net çıkaracak?” diye çekişmiş, gülüşmüştük. Bu kez yarışı, bir kaç soruyla o kazanacaktı.

Ben kutucuklara taşırmadan yuvarlaklar çizerken, hale meyve taşıyan kamyonetimiz tırın altında, babamın yorgun bedeni kamyonetin içinde sıkışıp kalmıştı. Eve döndüğümde ortalık cayır cayır yanıyordu. Ne kadar katı da olsa, okumamı isteyen, bunun için gece gündüz çalışan babam. Cenazesi ertesi gün öğle namazına müteakip kaldırılacak babam. Kardeşlerimden çok beni severdi sanki. Akşam halden getirdiği faturaları bana toplatır, “Akıllı kızım benim” diye yanağımı okşardı. Birçok şeye izin vermezdi ama iş tahsile gelince akan sular durur, yorgun omuzlarını gere gere “Oku kızım, sen kurtar kendini!” derdi.

Mehmet’le aynı üniversiteye yerleştirildiğimizi müjdeleyen kâğıt geldiğinde, annem hayatını apar topar paketlediği kızının düğün davetiyelerini konu komşuya dağıtmaya başlamıştı bile. Mehmet’le görüşmedim hiç. Kapıya dayandı, anneme yalvardı çıkmadım. Diyecek sözüm yoktu. Sözü benim ağzımdanmış gibi annem söylemişti ne de olsa. 9
ay karnında taşıyıp sütüyle beslemişti ya, bunun karşılığında, söylenecek ne varsa o söyleyecekti. Buralarda “Tahtını yaptım ama bahtını yapamadım” der anneler kızları için, benim annem benim bahtımı da yapmıştı işte.

Oysa onu görmeyi nasıl da istemiştim. Şöyle sımsıkı sarılmayı, içimi eriten nemli dudaklarıyla buluşmayı, en çok da gözlerinin yeşiline dalıp orada her şeyi unutmayı... Ama sorularını nasıl yanıtlayacaktım? “Neden?” diyecekti. “Kendine, bize, hayallerimize ihanet ettin.” diye kızacaktı belki. Karşısına çıkıp “İsyan etmedim, savaşmadım. Kendi yolumu çizecek gücüm, vicdanımın, annemin deyimiyle ‘evlatlık vazifemin’ altında eridi gitti.” diyecek cesareti bulamadım kendimde. Kaçtım. O yoluna, yolumuza, tek başına devam etmek üzere gitti. Ben telli duvaklı gelin oldum. Kanlı revanlı kadın, acıyla anne oldum. Kalem defter, telefonun yanındaki altı dantelli rafa kalktı. Kitaplar çocukların çantalarına girdi. Ev işi yapmayı öğrendim, yemek pişirmeyi, misafir ağırlamayı, yemeni bağlamayı, gözleme açmayı, kocaya karılık yapmayı. Hiç birini sevmedim. İçim kurudu. İnsan çukura düştü mü bir kere ne kadar kokuştuğunu, günden güne nasıl da çürüdüğünü fark etmiyor. Ta ki eskilerden gelen taze bir turunç kokusu duyana kadar.

Şimdi de yıllar önce olduğu gibi yanına gitmeye, onunla konuşmaya cesaret edecek değilim. Zaten beni tanımamıştır. Kocası olduğu besbelli şu adam para kazansın diye ocağın başında gözleme açmaktan, belki bir iki dantel işi yapmaktan başka meziyeti olmayan alelade bir kadın diye bakmıştır. Hatta bakmamıştır bile. Diğer tatilciler gibi varlığımı fark etmemiştir. Etmesin! Mehmet umarım ki hedeflediğimiz yolda yürürken, Seher’i çocukluk arkadaşı olarak hatırlayıp önce biraz kızsın, sonra da gülüp geçsin.

Yüzümü ocağa doğru dönmüş, alnıma çektiğim yemeniyle tanınmadığım-dan emin Mehmet’le birlikte ardımda yarım kalan yılları düşünüyordum. Sonra aksakallı Pisagor’u, onun, kadınların bir eşya gibi görüldüğü yüzyıllar önce, onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdiği matematik okulunu, bu evde geçirdiğim çorak yıllar boyu herkes uyurken uğraştığım ve neredeyse sona geldiğim teorem ispatını. Toprağın altında çoktan yok olmuş babam, beni sırtından bir çırpıda atmış annem, üstümde çirkin bir elbise gibi duran hayatım geçiyordu gözlerimin önünden. Bizimkinin kısık sesiyle irkildim.

“Müşteri unutmuş masada, peşinden koştum yakalayamadım. Ocakta yak bari” diye önüme bir kitap attı. Anlayacağını bilsem “Kitap yakılır mı?” derdim, demedim. Elime alıp, üstüne bulaşan unları silkeledim. Unuttuğum bir heyecanla okudum üzerinde yazanı:
‘‘Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınları/ Dr. Mehmet Paşalı
Fibonacci Sayısı Üzerinden Cebirsel Önermelerle Pisagor Teoremi İspatı”

Elimde titreyen kitabın arasından hamur tezgâhına, birinde adımın yazılı olduğu iki uçak bileti düştü. Uçak, üç gün sonra İtalya’ya gidiyordu.

 

*2020 Fakir Baykurt Öykü Yarışması Birincisi öykü ilk kez Edebiyat Atölyesi Dergisi'nin güz sayısında yayımlanmıştır.