Reklam

NAZAR BONCUĞU

NAZAR BONCUĞU
25 Ocak 2022 - 14:40
NAZAR BONCUĞU

 Betül DEVECİ


       Kovaya daldırıp çıkardım bezi. Tüm gücümle sıktım. Sert, ıslak, köpüklü. O su illa ki kovadan dışarı damlar. Görmesem olmaz, görünce canım sıkılır. ”Ne çok sıkacan ne ıslak bırakacan. ” dedi camın yüzeyinde beziyle gezerken elleri. Başında kırmızı çiçekli yazması vardı. Gözleri maviydi. Sarı saçları görünüyordu yazmanın altından.“ Sen de macir misin? “ demişti ilk gördüğünde.  Gelme dedim o kadar, dinlemedi.
       Hem tabiatım gereği hem de evime sık sık gelmesini istemediğimden, kısa cevaplarla geçiştirdim sorularını. Yine de konuşuyordu: “ Ben isterim gideyim göreyim atalarım hem koca anam nasıl yerlerde yaşamışlar. İstemez olunur mu? Toprak çeker insanı. Suyu çağırır. ”
       Neden gidecekmişim? Hiç de gidemem. Sen git canın çok çekiyorsa.
      “ Haydi çık da ben de bu odanın yerlerini silip bitirem. Bak mis gibi oldu. Kapısını kaparız toz moz girmez. Kirlenince beni çağır gene. Sen okuldayken ben gelir yapıveririm temizliğini. Aynı bahçe nasılsa. Teneffüste gelir dinlenirsin. Çayını demlerim. Kışın sobanı yakarım, kuzineye ekmek atarım. Para mara da istemem. Sakın söylemeyesin. Biz de orlarda bırakıp gelmişik her şeyi. Dedelerimin tarlaları varmış, kalmış Girit’te. Buraya gelince fakirlik çekmişler. Babam dikiş öğrenmiş babaannemden, terziliğe başlamış. Ben doğduğum vakit ilçedelermiş. Hatırlarım, dükkanı çarşının ortasındaydı, ışıklı havuz vardı önünde. Herkes bayramlığını ona diktirirdi paramız iyiydi. Sonra söylemediler pek, borç oldu harç oldu noldusa köye geldik. Okumadım ben de. Gönlüm yoktu okumaya, dedim. Sonra böyle işte. “
       Yazmasını gevşetti, arkasını döndü. Gözlerini sildi kırmızı çiçeklere. Kazağını eliyle sıvazladı şalvarını düzeltti. Yazmanın iki ucunu iyice çekti sımsıkı bağladı başının tepesinde. Sesi çatallandı, hadi bakam, dedi sen bekle beni te şurda.
       Gösterdiği sandalyeye oturdum. Hislerimin kuvvetlenmesine izin vermedim. Tek zorluk çeken o değildi neticede. İşini bitirince fazla konuşmadı. Ellerini yıkadı. Yanında getirdiği temiz havluya kuruladı. Lavabonun sağ yanındaki duvarda onun yalnızlığı gibi tek duran küçük çiviye astı. Köy evlerinde kapıların üstlerine süs niyetine asılan havlulardandı. Kocaman bir kırmızı gül işlemesinin altına üstüne yazılmıştı : GÜZEL İZMİR
        Okulda on öğrencim vardı.  Gelenlere önce alfabeyi öğretiyordum. Bazen onu görüyordum, pencerenin önünden bizi dinliyor, ders bitince geliyor, halimi soruyordu. Köyde yalnız geçen günler beni yumuşatmıştı. Okulla evin anahtarı aynıydı. Bir tane de ona verdim. Benden önce gelir, sınıfı süpürürdü. Evde temizlik, yemek, ne varsa yapardı. Elinde mükemmel bir lezzet vardı. Yalnız, fazla meraklıydı. Vaktiyle arkadaşlarımla aram da bu sebepten bozulmuştu: Merak edenlerden hazzetmiyordum.
       Bir gün eve geldiğimde, elinde o defteri gördüm. Bir hışımla aldım elinden : “  Ne hakla benim şahsi eşyalarımı karıştırırsın! “
      “ Kızma Ayşe Hocam . Bilemedim. İstedim tozunu alam. Benim zati okuma yazmam yoktur. Hem burdaki harfler de senin okulda gösterdiklerine benzemez…”
       “ Yunanca onlar. Anneannemin annesinin yazıları. Türkçe bilmezmiş. Türkiye’ye geldikten sonra öğrenmiş. ”
       “ Allah rahmet eylesin. Bak, beni tanımışındır. Değilim ben kötü. Ne olur bana okusan? Çok merak ederim oraları.”

AĞUSTOS 1923
Hasan, Ayşe,  Ahmet, ben, bir de kaynatam Ömer sağ kaldık. Gemide kaynanam hastalıktan öldü, cesedi yoktur. Koca adamlar gece yarısı tuttu, attı denize. Hasan sabaha kadar kaskatı durdu. Sonra kanamam oldu. Yaşasaydı bu zamanlar doğacaktı. İçimde öldü, içim bir bebek mezarı.  Şimdi derler ki o yakadan bu yakaya denizin altı kaynamaktadır.  Ben de derim ki üstü de yersiz yurtsuz kalmış, oradan oraya savrulmaktadır.
       Gece yarılarına kadar oturuyorduk. Önce Yunancasını okuyor, ardından Türkçeye çeviriyordum. Mübadele yıllarının gerçekleri acıydı. Ona ağır geliyordu. Bazen kendi atalarını anıyor, tetesinden öğrendiğini söylediği Rumca bir türkü, sobanın çıtırtısına karışıyordu. Yumuşamadım, kendimi bırakmadım hiç.
       Köylüler konuşuyorlardı, öğretmen bizim Hatice’yi değiştirdi. Evin yolunu unuttu. Anasını işte güçte tek bıraktı, diye. Onu çağırmaya gelen kardeşleri okul yolunda oturanları bezdirdi gürültüleriyle. Ben de birkaç kez söyledim, dinlemedi.

EYLÜL 1923

Aklıma evimiz geliyor. Avlusundaki portakal kokuları. Beyaz badanası… Hasan’la Ahmet birlikte boyamışlardı da Ahmet, gecesine babasının kucağında boyalı ellerle uyuyakalmıştı. Sonra bir zaman…. Kahveye getirmişler bir kanarya. Almış onu eve getirmişti Ömer babam. Ahmet’e uzatmıştı kafesi. “  Buna sen bakacaksın. Bu kanaryayı sen yaşatacaksın, ölürse senden bilirim.”  demişti. Onu öldüremedik bile.  Bir gün, toplanın gidiyoruz, dediler.  Ahmet kuşla bana geldi. Ne yapayım ana, dedi.  Çantaya koysa, koynuna soksa, yok. Olmaz.  Bıraktık evimizin solmuş odasında. Hem kanaryayı hem ahırlarda hayvanlarımızı. Ona dedim ki : “ Sen merak etme, biz gidince Yunanlar gelecek, kalacak bu evde.”  Yemi vardı az bir şey. Bıraktık oraya. “ Yunan bize bakamadı kovdu bizi anne. Kuşa nasıl bakacak? “ dedi. Anlatmaya çalıştım, ikisi başka şeyler, dedim.  “ Ama iyi baksınlar” dedi. “ Ölürse onlardan bilinecek.”
KASIM 1923
Bir habercik olsun insan almak istiyor. Komşum Eleni, papaz Yorgo, ne haldedir şimdi? Yeni komşularını severler mi bizden fazla? Hastalandığımda bize yemek taşıyan Nefeli ile ettiğimiz sohbetleri özledim. Nefeli’nin boncuktan ördüğü süsüm vardı kapının üstünde. Neden almadım yanıma o nazar boncuğunu?
Buraya göre yabancıyız, Yunan tohumuyuz. Güya insan, kendi insanımız
Ne zaman ki doğum yaptım bebemin kulağına ezan okurken imam Lütfü Efendi, demedi mi ki işimi bitirip papaza yardıma gideceğim. O papaz değil miydi ki biz oruç tutarken şarap içmeyin diye söylerdi kilisede? Şimdi Ahmet her gün ağlar. Okulda kimse beni sevmez ana, der. Ayşe’min bir şeyden haberi yok. Şükür o ölmedi gemide.

       Günler, aylar geçti. Öğrencilerim köye bahar gelince çiçek olup açtılar. Okul bahçesinde cıvıltılar, kuş sesleri.  Su kenarında piknikler yaptık onunla, defteri bitireyazdık. Büyükannemden sonra anneannemin yazdıkları başlamıştı. Bana adını veren anneannem.
       Okulun son günü gelip valizimi kapının önüne koyduğumda, evi ona emanet etmeye hazırlanıyordum.  Heyecanla geldi.” Defterin bir sayfası kalmıştı. Onu okumayacak mısın? ” Bir elini de sımsıkı yumruk yapmış, ağzımdan çıkacak cümleyi bekliyordu. “ O sayfa kalsın.” dedim. “ Nedenmiş? ”  dedi. Aldı defteri elimden. “ Bak şimdi iyi dinle!” dedi.  Öğrencilere anlattığım dersleri dinlerken o da okumayı sökmüş. Heceleye heceleye okudu :

MART 1975
Çok üzgünüm. Çok. Yavrum, Emine’m doğum yaptı. Doğumu ölüme karıştı. Köyümüzün yolları kapalıydı kardan. Koştuk ebeyi çağırdık. Kundağa sarılı bebeği verirken elime, baktım ağlıyor. “Yavrusunu kurtardık, Emine abla sizlere ömür. ”  Yığılmışım olduğum yere.

        Okumayı bıraktı. Sarıldık. Bir kayanın kum tanelerine dönüşü. Eridim, bıraktım kendimi. Ağlamaktan utanmadım, ondan çekinmedim. Valizimi aldım. Tekrar sarıldık. Elini açtı, boncuktan örülmüş nazarlığı uzatırken gülümsedi. “ Sana hediyem.” dedi. Kapıya astık, kapadık sonra, gıcırtısı boş okul bahçesini çınlattı.