Reklam

Mozaik çatladı

Mozaik çatladı
12 Ocak 2022 - 11:59
Gözde Güler
Kar taneleri ne güzel anlatıyor,
Birbirlerine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu.

Mevlana Celaledddin RUMİ
Haliç’in karşı kıyısındaki şehirden farklı bir karakteri ve kimliği vardı bu semtin. Haliç ve boğazın kesiştiği noktada, tüm çıkar gruplarına rağmen, var olmak için direnen, dolambaçlı sokaklarının arkasından imparatorlukların başkentinin batıya açılan bir penceresi gibiydi.  Yitip gitmiş bir kültürün semti değil, hoşgörü ve özgürlüklerle yoğrulmuş, kendi olmaktan asla vazgeçmeyenlerin semtiydi Pera. Haliç ve boğazın birbirine karışıp coşkuyla akması gibi, renkli ve canlıydı.
1955 yıllarının bir eylül sabahı güne alışılmadık bir fırtına ile uyandı şehir. Daha sesi uzaklardan işitilen ilk gök gürültüsü ile yatağından kalktı.  Gıcırdayan kirişler, hızla pencerelere çarpan panjurlar, rüzgarın da etkisi ile adeta camları döven yağmur, çatıdan sızıp, ahşap döşeme üzerindeki çatlakta biriken suyun hırçın maviliği… Fakat onu sıcak yatağından kaldıran, bu sayılanların hiçbiri değildi. Karşı kıyıda bir feribotun kalkış düdüğü çalarken saatine baktı, şafak sökmek üzereydi. Meyhanecilik iyi bir dinleyici olmayı gerektirdiği gibi, lezzetli bir masa hazırlamayı bilmeyi gerektirirdi. Dükkanı, fıçısı, sakisi kendi olan ayaklı meyhane değildi neticede Barba, İstanbul’un gediklilerindendi. Akşama kadar mezeler hazırlanacak, yerler silip süpürülecek, kadehler ve tabaklar yıkanıp, sakız beyazı bezlerle kurulanacaktı.  Hızlıca giyinip, ağır damla darbeleri ile sicim gibi yağan yağmurun kucağına attı kendini.
Ana caddeden bir buçuk dakika yürüyerek, Tünel Meydanı’na geldi. Oradan biraz daha devam edip, Perçemli Çıkmazına döndü. Geniş penceresi, üçgen alınlığı ile sokakla doğrudan ilişkili Barba’nın kapısından içeri girdi. Büyük dedesinden kalma yerin müştemilatına, şimdilerde ambar olarak kullanıyorlardı, girerek lüzum olan malzemeleri aldı. Önce patlıcanları ve biberleri ocağın üzerinde közledi. Sarımsakları tuzla birlikte iyice dövdükten sonra limon ve zeytinyağı ile iyice harmanladı. Kalaylanmış bakır kapa usulca serdiği babagannuşu aşırıya varmayan bir özenle sunuma hazırladı. Gökçeada’dan getirilmiş halis muhlis zeytinyağını üzerinde gezdirip, kırmızı pul biberini serpiştirdi. Baharatın dengeli ölçüde katıldığı arapsaçı kavurması, karbonat, şeker ve soda ile marine edilmiş kalamar, hafif lapa kıvamında fava ve hafifçe kızartılan soğan, şeker, limon, tarçının buluştuğu çeşit çeşit lezzet, sunum tabaklarında yerini aldı. Sütunlarla desteklenen yüksek tavanlı salonun zeminini iyice süpürüp, sildi. Ortada duran masanın yanındaki içi tuzlu balık dolu olan fıçıya biraz daha balık ilave etti. Bereket getirdiğine inandığı büyük tahta tuzluğu tazeledi. Hazırladığı mezeleri seramik şamdanın etrafına bir gelinliğin eteklerine dizer gibi dizdi.  İstanbul’da yaşayan değişik etnik topluluklar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler, Çerkezler, Gürcüler İstanbul mutfağını kendi gelenekleri ile zenginleştirmişti elbet, ama bir Rum mutfağı gibisi var mıydı? Tabii hepsinden kıymetliydi bir küçük masa etrafındaki muhabbet ve kadeh tokuşturulacak dost sahibi olmak diye düşündü Despina.
***
Biraz tükürükle saçlarını düzeltti. Gömleğinin düğmelerini yakasına kadar ilikledi.  Bu kılığı ile sebepsiz yere yüzünde ortaya çıkan gülümsenin gizleneceğini, az da olsa ciddi görüneceğini düşündü. Derin bir nefes aldı ve dükkandan içeri adımını attı. Mekana çoşkulu bir renk hakimdi. Cılız ve ince ışık huzmesinin altında ışıldayan Despina, başını önündeki deftere iyice yaklaştırmış, kim bilir yine neyin hesap kitabını yapıyordu. Gencecik yaşında tüm meyhanenin sorumluluğunu omuzlarına almış, her müşterinin o gün ve o saatteki ruh haline göre üslup takınmayı kısa sürede öğrenmiş, şehrin en iyi mezelerini yapar hale gelmişti, ama şu para pul işinden hiç hoşlanmamıştı. Elinden her şey gelen çağla gözlü kızın bu biçare hali, tanışmalarına vesile olmuştu. İşte o günden beri her akşam tam dokuzda meyhanede olurdu. Tezgahın arkasına geçer, fişleri çekmeceden çıkarır, dilinin ucunu ön dişlerinin arasına sıkıştırır, muhasebe işlemlerini yapardı.  Sabahları fakültede talebe, öğlenleri gazetede çırak, akşamları da muhasebeciydi. Alnından akan terleri sile sile, gece gündüz demeden, imalathaneden aldığı keçi, timsah, en çok da inek derilerini, müşterilerin ölçüsüne göre kesen, diken, cilalayan, hiç okul zili çalmamış bir babanın, okutmaya çalıştığı evladı, Zeyrekli Ekber’in oğluydu. Kundurularını babasından alan, iyi giyimli, okumuş bir müşterinin tavsiye mektubu ile girebilmişti kapısından gazetenin. Mithat Bey’in yanında tecrübe edinmeye çalışıyordu. Yeri geliyor kahvesini yapıyor, yeri geliyor ayak işlerine koşuyordu. Çok satan akşam gazetesinin kapısından içeri girmeyi başarmıştı bir şekilde de içeride kalmanın yollarını aramak gerekiyordu. İşte tam bu gaye ile bir dediğini iki etmiyordu adamın. Sıska ve sakin suratlıydı ama o geniş alnının ardında hiç sönmeyen bir ateş yanıyordu. Gazetede durmaksızın çalıştığı zamanlara bazen küçük aralar verip, muhabirlerin son derece ciddi bir dille kaleme aldıkları yazıları heyecanla okuyordu. Çok sayıda basılı harfin arasından ona gülümseyen bir ışık illaki buluyordu.  O günlerin akşamlarında da Despina’nın ışığının hükmüne bırakıyordu kendini.
Önceki günlerde Mithat Bey’in emri ile her zaman aldıklarının birkaç katı kağıt sipariş etti üreticiye. Manşet ve fotoğraf düzeninde yenilikler yapmıştı gazete, ama hala sipariş edilen kağıt kadar satmıyordu akşamları. Koskoca Mithat Bey’in vardır bir bildiği diye geçirdi içinden.  Bir türlü bulunamayan Sarıyer Canavarı halkın korkusu olmaya devam ediyor ve gazete sayfalarında sıklıkla yer buluyordu kendine. Her gün yanı başımızdan geçen insanların, aslında sıradan olmadığının ispatıydı gazetedeki küçük soluk resimli adamın yüzü. Kan kokulu haberler hiç eskimiyor, gazetenin tirajını destekliyor diye geçirdi içinden. Dış işlerinin Londra’daki toplantısı dahi Sarıyer Canavarı kadar rağbet görmüyordu. Ertesi gün ise Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı manşeti ile çıktı gazete…
***
Tezgahın arkasında ince hesaplara dalmışken, sokaktan gelen büyük bir uğultu ile sarsıldı camlar. O uğultunun arasında, kapının çanı belli belirsiz çınladı ve yaşlı bir adam girdi içeri. Bir eliyle İtalyan melon şapkasını, diğeri ile mavi topuzlu bastonunu tutuyordu. Dik ve düz durmaya çalıştı zorlukla. Burnunun üzerindeki siyah, yuvarlak çerçeveli gözlük, üzerine tam oturan kıyafetlerine tezat kötü bir şeyi habercisi gibi telaşlı ve ürkekti.  Aynı ürkek telaş ile konuştu adam: ‘İstanbul Ekspresi’nde çıkan haber hızla yayılmış. Taksim Meydanı’ndan büyük bir kalabalık ellerinde kazmalarla, baltalarla İstiklal’e inmeye başladılar. Evleri, işyerlerini, hatta kiliselere bile saldırıyorlar.  Parçalanmış otomobillerin ardına saklanarak buraya kadar zor attım kendimi.  Sadece Beyoğlu’nda değil, bir grup da Eminönü, Fatih’e doğru yola çıkmış. Konuşurlarken duydum. Hepsinin ağzında aynı sözler vardı: ‘Allahsızlara ölüm’ Ortalık yangın yeri gibiydi. Ölmeden cehennemi gördü bu gözler.’ Babam dedi genç adam. Karnından gelen tuhaf ağırlık hissi ile Despina’nın titrek gözlerine baktı. İnce başak sarısı saçlarını büyük bir özlemle okşadı. ‘Bugün hiçbir şey normal değil, kapıyı ardımdan sıkıca kilitle, kimselere de açma. Babamı alıp en kısa sürede döneceğim.’ dedikten sonra, ışıkları kapatıp, meyhanenin karanlığında kayboldu. Kapı sessiz bir gıcırtı ile kapandı.
Galata Köprüsü’nün aşağı ucundan kıyıya uzanan yolu koşarak aştı. Kalıplı şapkalıları, kadınların başlarını süsleyen çiçekli şapkaları, parlak aydınlatılmış dükkanları, Fransız otelleri, tiyatroları, büyük ve görkemli binaları gerisinde bıraktı.  Surlarından altından geçerek arnavut kaldırımlı, dar ve dik yokuşu bir solukta tırmandı.  Cumbalı ahşap konakların olduğu sokağa girdiğinde, tahrip edilmiş ve yağmalanmış dükkanlar ile burun buruna geldi.   Avizeler, radyolar, bisikletler yollara saçılmıştı. Sütçü Nikolas’ın dükkanının camekanı kırılmış, süt kapları sokağın karanlığını beyaza boyamıştı. Hemen yanındaki, tabelasında Kunduracı Ekber yazan dükkanına girdi babasının.  Tüm ayakkabılar yağmalanmış, yerlerini eski, kirli ve kanlı ayakkabılar almıştı. Kalan birkaç tane yeni ayakkabı da kesilmiş, parça parça edilmişti.  Dehşet içerisinde büyüyen gözleri, insan olamayacak kötülüktekilerin, ayakkabılarını silip geçtiği bir paspas gibi kenara attıkları babasına ulaştı. Ağzının kenarından keskin, acı bir kızıllık akıyorken, zorlukla konuştu babası: ‘Nikolas’a saldırdılar, onu koruyorum diye sonra da bana. Gözleri dönmüş gibiydiler.  Gazetede haber çıkmış, doğru mu oğlum?’
***
Yüz yıl önce veba salgını ile insanlığı kurtarmaya çalışan Balıklı Rum Hastanesi, bir yüz yıl sonra da duvarları, döşemeleri ile insanlığın başka türlü yok oluşuna şahit oluyordu. Despina tekrar hıçkırarak ağlamaya başladı. Çenesi oynuyor, yanakları titriyor, bütün bedeni acı ve utanç ile sarsılıyordu. Sözcükleri kayıptı. Göğüs kafesine ise kömür karası bir acı oturmuştu. Pera’nın utanç kızı Despina diye sayıklıyordu içinden bir ses. Yanağındaki bıçak yarası, yumuşak yüz hatlarını zehir gibi, veba gibi kesiyordu.  Despina ise sadece susuyordu.  Saklandığı camın ardından onu izleyen Uğur, kalbinin düğümlendiğini hissetti. İçinde bir his vardı. Bir ürperti gibi bir anda ortaya çıkan ve derinlerde bir yerlerde büyüyerek tek bir düşünceye dönüşen bir his: Öfkesi, ufak bir kıvılcımı bekleyen bir canavar gibiydi.  Kor gibi yanan aklının soğuması belli ki zaman alacaktı. Bu zamanda en yakını ve en büyük silahı ise kalemi olacaktı…