Reklam

Mor salkım

Mor salkım
09 Aralık 2021 - 11:11
Aylin Özsancak Sağdıç
“İşte tam şuraya deliğin ağzına getireceksin gözünü , iyice yerleştir.”
“Tamam tamam.”
“Gördün mü kadını?”
 Mercan iyice görebilmek adına kocaman açtığı gözlerini bir o kadar daha belertti, sonra birini yumup diğerini adamakıllı yapıştırdı kenarları kıymık dolu oyuğa.  Az önce bahçede oynadıkları toprağın kalıntıları ile kahverengine dönmüş küçük parmakları istemsizce  ağzına kapandı, olan havayı içine çekip derin bir nefes aldı.
“Anammm bu nasıl yıkanmak böyle?”
 Diğer eli ile ‘biraz da ben bakayım’ diyerek yanına sıkışmaya  uğraşan Fidan’ı durdurmaya çalışıyordu. Fısıltıları, diz çöküp oturdukları tahta zeminin yer yer yeşile dönmüş nemli tabanında boğulup gidiyor, ne yandaki diğer kiracı kızın odasına ne de aşağı katta yemek hazırlama telaşına düşmüş Hafize Nine ile gelinin kulağına varıyordu. Dedesinin radyodan ajansı dinlediği saatlere denk getirip çağırmıştı Mercan’ı Fidan. Bacak kadar boyuyla kimse adam yerine koymasa da yakalanma tehlikesini kendi küçük aklı ile en aza indirecek  kadar uyanıktı. Bir hesaplayamadığı şu yemek hazırlama tantanasıydı. Ortalığı çepeçevre saran kerevizin kokusu merdivenleri usulca tırmanmış, Mercan oralı olmasa bile  Fidan’ın olanca hızıyla atan kalbine, ayağa kalkan midesi de eşlik etmeye başlamıştı. Kusması an meselesiydi.
 “Yakalanırsak önce annem sonra dedem pataklar, birisi görmeden az öteye git de biraz da ben bakayım hele.”
“Amma da ödleksin sen ya! Kim bu kadın? ” diye bastırdı fettan ses tonuyla Mercan.
 Sırtına saç kaçmış gibi huzursuz kıpırdandı Fidan.
“Dedemlerin kiracısı işte, aynı şu yan odada kalan öğrenci kız gibi.” mektep arkadaşının bu kadarını anlayamamış olmasını tuhaf karşılamıştı. Dertop olup oturdukları yerde az diklenir gibi oldu , dudaklarını dışarı sarkıtıp,
“Bu konağın eski olduğuna bakma sen, bir sürü odası var. Dedem hepsi bize fazla, dedi, odalara kiracı almaya başladı. Çok olmadı bu kadın geleli. Beyaz Rus muymuş neymiş.”
Kadının odanın ortasına yerleştirdiği su teknesinden maşrapa ile alıp alıp sırtına boca ettiği suyun sesi, o küçücük delikten büyüyerek geçiyor, bu gizli kapaklı seyredişin elbet bir bedeli olacaktır noktasında düğümlenip kalıyordu. Bir gözü oyukta, iki avucunun ayasını deliğin kenarına dayamış bakarken mırıldanmaya devam ediyordu Mercan. Terden ıslanmış kumral bukleleri alnının kenarına yapışmış, küçük yüzünü ince bir dantel benzeri çevrelemişti.
“Sanki çok kızmış gibi sürtüyor keseyi bacaklarına baksana. Kanatacak az kaldı.” Sesindeki şaşkınlık acımaya, içindeki merak ise anlamlandırma duygusuna evirilmişti. 
“Duvardaki resimler çok esaslı. Bizimkiler varsa yoksa cami, Kâbe resmi asarlar duvara. Haa bir de askerdeki dayımın fiyakalı poz verdiği soluk bir fotoğrafını sıkıştırdıydı annem büfenin camına. Bunlar ne kadar renkli, hepsi de kadın resmi baksana.”
Merdivenlerden gelen gıcırtıyı duyunca olduğu yerde sindi, ufaldı  Fidan. Mercan’a cevap verecekken dudaklarındaki kıpırtılar soldu gitti. İki çocuk birbirlerine sokulup büzüştüler. Seyran başını biraz daha kaldırsa ikisini de görecekken, merdivenin alt basamağında kayınbabasının sesiyle olduğu yerde geri döndü. Yüzüne inen başörtüsünü bir eliyle alnından yukarı sıvazladı, diğer eliyle ahşap parmaklıkları sıkıca kavradı. Karnındaki bebenin tekmesi içinde minicik bir sarsıntı yaptı. Böyle ani hareketlerde huzursuz oluyordu yavrucak. Aşağı doğru seslendi,
“Geldim Beybaba, Fidan’a baktıydım. Bahçeye açılan mutfak kapısından duyulan horoz sesi Seyran’a yönünü değiştirtti. Kümeslerin olduğu yere saklandı yine herhalde  haylaz. Kız mı, erkek mi bu çocuk bilemedim ki. Mahallenin efesi gibi.” Her adımında yerinden kıpırdayan tahta basamakları gerisin geri inerken kendi kendine söyleniyor, bir yandan da karnını okşuyordu üzerindeki el örgüsü yeleğin altından. “Sen gel de şu hınzır kızı bir adam et aslan oğlum. Hem belki o zamana bizi de ayrı eve çıkarır baban, kurtuluruz şu morukların ağız kokusundan.” Yaşmağına sinmiş kereviz kokusundan tiksinerek yüzünü buruşturdu Seyran.  “Gebe kadına pişirtilir mi şu pis kokulu yemek” diye homurdanıp, ilendi kaynanasına .
Yavaşça başlarını kaldırdı iki çocuk , bir yanda savuşturdukları tehlike, öte yanda merak ipinin ucunu yakalamış sarışın, güzel kadın…Delikten gördükleri, görecekleri baskın geldi. Kıpırdamadan gözetlemeye devam ettiler. Mercan’ın da yanaklarına al basmıştı.
“Çocuğu var mı bu kadının?” diye sordu bilmiş bilmiş. Fidan erketede,  gözü merdivende, başını omuzlarının arasına çekmiş fısıltıyla,
“Hiç kimsesi yokmuş. Ninem anama söylerken duydum; çok zenginmiş ailesi, savaşta her şeylerini kaybetmişler. Kadın dans edermiş eskiden. Balerinmiş. Bir tren kazasında bacağından yaralanmış... Şimdi ecnebi dans okulunda hocaymış. Hani şu tramvayla gidilen Beyoğlu dedikleri yerde.”
“Haa duydum ben orayı, bazen babalığım, bu gece arkadaşlarla Beyoğlu’na çıkacağız, diyor anama, o da itiraz edecek olursa yiyor şaplağı suratının ortasına.” Fidan’ın ürkek bakışları karşısında gürültülü bir şekilde burnunu çekti Mercan. Yeşil yoğun bir damla sümük son anda kurtuldu yere düşmekten. Midesi tekrar ayaklanmıştı Fidan’ın.
“Hadi git artık sen evine. Az daha oyalanırsak anam bulacak bizi.”
“Az bekle Fidan , kadın yıkanmayı  bıraktı, peştamal üstünde pencereye gidiyor. Aa bak şu karşı duvarda asılı resim galiba bu kadının resmi. Onun da saçları güpgüzel, sapsarı.”
Mercan sıkılmıştı artık. Diz çöküp dikizlediği deliğin önünden kalktı, Fidan’ı saç örgüsünden çekiştirerek kendi yerine oturttu.
“İyi hadi gidiyorum ben. Şu yandaki camdan bahçeye atlar, sizinkilere görünmeden arka yola çıkarım. Hoşça kal ödlek tavuk.”
Saçlarını savurarak anında kayboldu Mercan. Fidan son kez merdiven tarafına bir bakış attı, gözünü deliğe yerleştirdi. Kadın, saçakları eprimiş eski suratlı peştamala sarınmış, yatağın yanındaki divana iğreti oturmuştu. Aralık pencereden gelen esinti, tülü havalandırmış, içerdeki sabun kokusu ile çiçek kokusu karışımını odada şöyle bir dolandırıp, tekneden yükselen yorgun buharın içine hapsolmuştu.  Kadının uzanıp vazodaki çiçekleri aldığını, göğsüne bastırıp, başını içine gömdüğünü, sessizce ağlamaya başladığını sinema izler gibi izledi Fidan. Ne vardı ki ağlayacak? Canhıraş ovaladığı süt beyazı bacağı, pençe pençe kızarmış, peştamalın  altından parıltısı ile gözünü almıştı çocuğun. Canı acıyor herhâlde, diye düşündü.
Kadının kucağındaki çiçeklerin içinden uzun bir mor salkımın sarktığını o sırada fark etti. Mor saten bir kurdele ile bağlıydı çiçekler. Dün öğle arasında arka kapıdan eve giren babasının elinde görmüştü bu buketi. Aynı söz dinlemez bir tutam mor salkım boynunu uzatmıştı demetin arasından. Mor salkıma gözü takılmış, babam anneme hiç çiçek getirmez ki, filmlerde olur öyle şeyler diye düşünmüştü o anda. Babası, “Sen mektepten mi kaçtın?” diye çıkışınca, derste midesi bulanınca, hoca hanımın onu eve gönderdiğini hızlıca geveleyip, anlam veremediği hiddetli halinden korkup doğruca içeri kaçmıştı. Dedesinin kahveye, annesi ile ninesinin pazara gittiğini biliyordu babası, hazır iş saatinde eve gelmişken ne olurdu az şefkat gösterseydi hasta kızına? Yabancısı olmadığı dikenli mutsuzluk içine yerleşmişti yine. Gözünü delikten çekti...
Aşağı kattan gelen ajans sesi kesilmiş, radyoda içli bir şarkı çalmaya başlamıştı. Deliğe sırtını döndü. Bu çiçeklerin o çiçekler olduğuna emindi Fidan. Annesinin mor rengi hiç sevmediğinden emin olduğu kadar emindi…