Yönetmen ve senarist Emin Alper: Karakterlerimin hayatla girdiği mücadele beni heyecanlandırıyor

Beni romanda da sinemada da en çok heyecanlandıran şey karakter analizleridir. Daha doğrusu karakterin akan giden olaylarla girdiği ilişki ve bu ilişki sırasında kendi karakterini açığa çıkarması ve kendi karakterinin bu olaylara verdiği yön

Can Uğur 
@canugur1987


Senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Kız Kardeşler, Tepenin Ardı ve Abluka filmleri ve yönetmenliğini yaptığı Alef dizisiyle birçok başarıya imza atan, ödüller alan Emin Alper, sinemamızda kendi tarzını oluşturan isimlerden. Alper’in filmlerindeki öyküler iktidar ilişkilerine, yaşamın kıyısında kalanlara ışık tutuyor. Edebiyat Atölyesi Dergisi’nin kış sayısında Emin Alper’i konuk ettik. Alper’le yaptığımız söyleşide filmleriyle birlikte senaryolarındaki öykülerin yapısından karakterlerini nasıl kurduğuna kadar, yazar adaylarının da merak ettiği birçok konuyu masaya yatırdık. İyi bir roman okuru olduğunu belirten Alper ‘‘Karakterlerin hayatın akışına göre aldığı tavırlar beni çok heyecanlandırır’’ diyor.

Filmleriniz merkezin dışında kalanların öyküsüne odaklanıyor. Bu bilinçli bir tercih sanırım…
Buna yarı bilinçli karar demek daha doğru herhalde. Tabii ki en baştan bu halleri ya da böyle insanları anlatayım diye oturmuyorum masa başına; lakin genelde aklıma gelen, beni motive eden, beni yazmaya iten olay örgüleri ya da karakterler soruda bahsettiğiniz kenarda kalmış insan resimlerinden ya da durumlarından çıkıyor. Hayal dünyam buralara yönlendiriyor beni. İçinde yaşadığımız memleket halinin benim ruh durumumda yarattığı etkiyle ilgisi olsa gerek bu durumun. Tabii bir de sevdiğim sinemacılara, yazarlara baktığımda genelde bu tip insanlık durumlarını anlattıklarını görüyorum. Bu da tesadüf olmasa gerek. Kısacası bu periferiye itilme halini tasvir etme arzusunun bende yazma motivasyonunu artırdığını söyleyebilirim.
 
Yazar olarak çağıyla kurduğu ilişkiyi mi anlatmak istiyorsunuz?

Bir düzeyde evet ama şunu da söyleyeyim her yazarın çağına tanıklık etmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Çünkü her yazar tanıktır ama neye tanıklık edeceğini ya kendisi seçer ya da bu seçime kalmadan bir şekilde ruh dünyasında belirlenmiştir. Ben politikayla ilgili birisi olarak içinde yaşadığım toplumun sosyal ve politik koşullarına kısmen de olsa tanıklık etmeyi seçiyorum. Ama herkes böyle bir seçim yapmak zorunda değil. Daha doğrusu her yazar hayatın farklı bir veçhesine ve farklı yollardan, farklı perspektiflerden tanıklık etmeyi ve bunu anlatmayı tercih edebilir. Kimi çağımız insanının özel hayatına, kimi cinsel dünyasına ya da yönelimlerine tanıklık etmeyi seçebilir. Tanıklık deyince illa ki politik, siyasal ve tarihsel bir tanıklık anlamak zorunda değiliz ama en geniş anlamıyla yazma edimi elbette bir tanıklığı içerir.

Eserlerinizde aile içinden komşuluklara kadar birçok alanda tanık olduğumuz mikro iktidar ilişkileri geniş yer kaplıyor, hatta temelini oluşturuyor. Neden bu kadar yoğunlaşıyorsunuz?
Benim yaptığım filmlere alegorik ve metaforik yakıştırması yapılıyor. Nispeten doğrudur, katılırım. Ama beni bu eserleri yazmaya ve çekmeye motive eden en temel nokta bu değil. Tam da söylediğiniz gibi bu dünyaların aynı zamanda bana mikro analizler yapma fırsatı da sunmasıdır. İyi bir roman okuruyum. Beni romanda da sinemada da en çok heyecanlandıran şey karakter analizleridir. Daha doğrusu karakterin akan giden olaylarla girdiği ilişki ve bu ilişki sırasında kendi karakterini açığa çıkarması ve kendi karakterinin bu olaylara verdiği yön, bu diyalektik ilişki beni hem heyecanlandırır hem de eserlerimin yaratılması sürecinde beni hep diri tutar. Bu dinamik, insan ruhunu tanımayı ve insan psikolojisini okumayı mümkün kılar. Küçük dünyalar yaratıp orada debelenen insanların psikolojik tahlillerini yapmak benim yazma sürecimdeki önemli motivasyonlarımdan bir tanesi. Dolayısıyla makro tablodaki iktidar ilişkilerinin mikro kozmostaki yansımalarını görmek ve canlandırmak beni çok heyecanlandırıyor. Hayat her anlamıyla, en küçük kılcal damarlarına kadar bir mücadele ve bu mücadelenin kaçınılmaz olarak içerdiği boyutlardan bir tanesi de insanlar arası çekişme ve küçük iktidar mücadeleleri. Bunun sınıfsal olan veçhesi ile sınıfsal olmayan psikolojik, kültürel veçheleri hep iç içe ve ben de bunları gündelik hayatta gözlemleyip analiz ederek eserlerime yedirmeye çalışıyorum.

Aile kavramı son dönemde hem sinemada hem de edebiyatta öne çıkıyor, bu sizin eserlerinizde de var. Eserlerinizde aileyi neden bu kadar çok kullanıyorsunuz?
Galiba birden fazla sebebi var. Bir tanesi aile analiz yapabilmek için oldukça elverişli bir mikro kozmos. Aile adeta memleket dediğimiz yapının bir metaforu, ayna yansıması. Dolayısıyla memlekete dair bir şey söylemenin elverişli bir alanı haline gelebiliyor kolayca aile. Diğer bir sebepse aile düz anlamıyla da problematik bir alan. Özellikle bizim gibi hızlı dönüşen, modernleşen toplumlarda aile içindeki ilişkiler istikrar kazanmamış, sürekli bir devinim ve çalkantı halindeler. Garip bağımlılık ilişkilerinden sevgi-nefret gelgitlerine, şiddetten şefkate birçok uç duygunun bir arada yaşandığı bir yer aile. Hem ezilmenin ve acı çekmenin hem de sevginin ve tesellinin mekânı... Mutlu, sabahları birbirlerine “günaydın” diyerek uyanan, tebessümleri yüzünden eksik olmayan birlikteliklerden ziyade, yüzleşememenin, bastırılmışlığın, dengesiz ilişkilerin, büyük bir karmaşanın yuvası olmaya devam ediyor aile. Dolayısıyla aile korunaklı duvarların arkasında, dışarıya karşı sürekli kapalı tutulan, içeride büyük suçların işlendiği, ciddi sırların saklandığı ama bir yandan da kolay kolay kopamadığımız bir kucak, sıcak ve dehşet verici bir cemaat. Tüm bu nedenlerle sanat eserinde anlatmak adına çok cazibeli bir yer aile bana göre. Tabii bunun dışında benim için bir getirisi daha var ailenin. Ben çok karakterli hikâyeler anlatmayı seviyorum. Tek karakter yerine birden çok karaktere odaklanan paralel hikâyeleri seviyorum ve aile adını verdiğimiz birim de çok karakterli hikâyeler için bolca malzeme barındırıyor. 

Onur Ünlü eserlerini yazarken hangi kaynaklardan besleniyor?

Karakterlerinizi oluştururken fikren size daha yakın olduğunu düşündüğünüz karakterleri tutma, diğer karakterleri aşağıya çekme gibi kaygılarınız oluyor mu?
Karakterlerim arasında yazarken ayrımcılık yapmamaya ve onlara eşit davranmaya çalışıyorum. Hepsine eşit özen gösteriyorum ama elbette duygusal düzeyde daha yakın hissettiğim karakterlerim oluyor. Karakterlerimin bazıları çok somut, yolda yürürken parmağınızla gösterebileceğiniz düzeyde karakterlerken (mesela Abluka’daki Kadir karakteri gibi) bazıları ise biraz daha soyuttur. Yine Abluka’dan örnek verecek olursak küçük kardeş Ahmet, benim için biraz daha böyle bir karakterdir. Somut karaktere yazım sürecinde kendimi daha yakın hissediyor olabilirim ama soyut dediğimiz karakterlerin esere kattığı zenginliğin de farkında olunması gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatta da böyle soyut karakterlerin önemli bir yere sahip olduklarını düşünüyorum; örneğin Dostoyevski’nin pek çok karakteri böyledir bence. n Köşeli özellikleri olmayan karakter değil mi soyut karakter dediğiniz… Varlığı fikre dayalı ya da hikâyesel buluşa dayalı karakterlerden bahsediyorum. Karakter hikâyenin fikrine, temasına ya da olay örgüsünün ilerleyişine dayalı bir var oluşa sahipse o karakter nispeten soyuttur bana göre. Bu karakterin roman ya da filmden çıkınca yaşaması biraz zordur. Raskolnikov örneğin... Ancak somut diye tarif ettiğim karakteri hikâyeden alıp dışarı çıkarsanız dahi kolayca yaşar. Onun bağımsız bir varoluşu vardır. Çünkü o sokakta görüp işaret edebileceğiniz türde bir karakterdir. Abluka’daki küçük kardeşi köpeklerle kurduğu hastalıklı ilişkiden hal ve hareketlerine kadar somut olarak tanımlamak daha zordur mesela. Ahmet daha çok modernist romanlarda karşımıza çıkacak türden bir kişidir. Ama Kadir karakteri bizim beş duyumuzla hissedebileceğimiz, “ben bu adamı tanıyorum” diyeceğimiz bir karakter. Somut karakterleri yazmak ve onlara kendimizi yakın hissetmemiz daha kolaydır. Bizzat tanıdığım, geçmişimden bildiğim karakterleri elbette ki daha rahat yazabiliyorum, diyaloglarını daha kolay oluşturabiliyorum. Kız Kardeşler’de de ortanca kardeş Nurhan, ya da Veysel böyle karakterlerdi benim için.

Filminizin öyküsü mü, teknik olarak ileri düzeyde çekilişi mi önemli?
Ben aslolanın öykü olduğunu düşünüyorum . Zaten sinema tarihine baktığınızda da çok basit teknik donanımlarla çekilen birçok önemli iş görürsünüz. Örneğin Asghar Farhadi’nin filmleri... Ama hemen eklemek isterim ‘sinema parayla yapılmaz’ ‘parasızlık bir bahanedir’ gibi yaygın kanıya da karşı çıkıyorum. Teknik imkânlarınız ya da bütçeniz ne kadar çoksa o kadar hayal gücünüzü serbest bırakırsınız ve bu da size yaratıcılık anlamında önemli imkânlar sağlar. Misal vermek gerekirse karakteriniz bir alışveriş merkezine girecek ve bekçiyle kavga edecek diyelim. Bu sahneyi senaryoda yazarken kafanızda bir sürü kaygı oluşuyor: Bizi oraya alacaklar mı, kirası ne kadar, ne kadar maliyeti olur vesaire. Sonra da “aman bu kadar masrafa değer mi, o parayı başka sahnede kullanırım” diyerek o sahneyi çıkartıyorsunuz. Bu durumdan kaynaklı bir sürü kısıtlamalara gidiyorsunuz. Bunlar olmasa senaristin yaratıcılığının önüne set çekilmemiş olur. Dolayısıyla maddi imkânsızlık küçümsenmemelidir.

Eseriniz üzerinde çalışırken eser bitene kadar sıkı bir kapanma sürecine mi girersiniz yoksa eseri meydana getirirken hayatınızı gündelik akışında sürdürür müsünüz?
Elbette bir kapanma dönemi oluyor ama bu kapanma hiçbir zaman mutlak kapanma olmuyor. Çalışmalar bölünüyor, başka işler söz konusu oluyor. Ancak çalışırken her zaman kendime bir zaman çizelgesi belirliyorum. Bunun dışında çok masa başı çalışan biri değilim daha çok kafamda döndürüyorum işleri. Hayatın içinde şekillendiriyorum hikâyelerin ilk kısmını. Evde, vapurda, parkta hep kafamda işlerle ilgili bir hareketlilik oluyor. Bunları bir olgunluğa eriştirdiğimde ise oturup yazmak için yoğunlaşıyorum ve kısmen kendimi kapatıyorum.

Murat Uyurkulak: İyi yazmanın yolu bol bol okumaktan geçiyor


 

eminalper senaryo yazı sinema kurmaca