Reklam

Ahmet Ümit: Yazıdaki tek ölçüt, ölçütsüzlük

Usta yazar Ahmet Ümit’le yazarlığa başlamasını, yazarlık serüvenini ve polisiyeyi konuştuk. Yazarlığı başlangıçta hayal etmediğini vurgulayan Ümit, farkında olmadan yazmaya başladığını söyledi. Ümit, yazarlıkta tek ölçütün ölçütsüzlük olduğunu ifade etti

Ahmet Ümit: Yazıdaki tek ölçüt, ölçütsüzlük
10 Ağustos 2022 - 13:21
Usta yazar Ahmet Ümit’le yazarlığa başlamasını, yazarlık serüvenini ve polisiyeyi konuştuk. Yazarlığı başlangıçta hayal etmediğini vurgulayan Ümit, farkında olmadan yazmaya başladığını söyledi. Ümit, yazarlıkta tek ölçütün ölçütsüzlük olduğunu ifade etti

Mustafa KÖMÜŞ

Yazarlığa nasıl başladınız?
Baştan beri yazar olma hayali kuran insanlar var, çocukluktan bu hayali taşıyanlar ya da ilk gençlik yıllarında okuduğu bir kitaptan etkilenip yazar olmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. İyi bir kitap okuru olmama rağmen yazarlık hayalim yoktu. Çok saygı duyduğum, hatta daha da ötesinde yazarlık benim için kutsal görünen bir şeydi. Bu nedenle de hiç kendimi ona yakın göremiyordum, böyle bir şey düşünemiyordum. 1982’de ilk öykümü yazdım. Bu da politik nedenle yazılan bir öyküydü. Ülkede 1980’den itibaren bir askeri diktatörlük vardı. Biz de bu diktatörlüğe karşı yeraltı direnişi örgütleyen ilerici gençlerdik. Ben de onların yöneticilerinden biriydim. Önce işçi gençliğinde, sonra üniversite gençliğinde çalıştım. 1982 Anayasası Referandumu sırasında ‘Anayasaya hayır’ eylemleri yaptık. O günkü iktidar için yasa dışı eylemlerdi bunlar. O eylemleri yaparken bir arkadaşımız tutuklandı ve işkence gördü. Örgüt de benden bir rapor istedi. Tutuklama nasıl oldu, olay gelişti; bunları anlatmamı istediler. O raporu hazırlarken ben bir öykü yazdım. Kendiliğinden geldi bu, içimden geldi. Beni ilk yazarlığa başlatan o öykü oldu. Böylece yazmaya başladım.Sonra benden yazar olur yazabilirim düşüncesi ben de hâkim olmaya başladı. Ben de bunun üzerine buna yoğunlaşmaya başladım.Daha öncesinde okuduğum kitapları okurken sonra bir yazar adayı olarak okumaya başladım Nasıl bir yazar olmalıyım bunun üzerine düşünmeye başladım ve 1985 yılında yazdığım bir öykü o zaman Prag'da dünya sosyalist hareketinin kuramsal yayın organı olan bir Barış ve Sosyalizm isimli bir dergide yayınlandı. Normalde bu dergide böyle bir metin göremezsiniz ama Türkiye'de direniş var ve bu çok kıymetli. Çünkü o zaman Şili var, İran var ve Türkiye var.Nikaragua'da devrim yeni olmuş. O yüzden dünya devrimci kamuoyunun ilgisini çekenler olaylar bizim eylemlerimiz.O nedenle o öykü yayınlandı 40 farklı dilde.Edebi niteliğinden ötürü değil ama Bu durum bende bayağı bir motivasyon yarattı, yazar olmaya karar verdim. Düşünsenize 40 ayrı dilde öykünüz yayınlanıyor. Tabii burada Türkiye'den bir Kafka geliyor ya da Türkiye'den bir Dostoyevski geliyor durumu yok.Ben de böylece yazar olmaya karar verdim,bu yöne çalışmaya başladım.Sonrasında 1985 yılında Moskova'ya gittim ben. Moskova'da o gün Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği reel sosyalizmin benim kafamdaki sosyalizm fikri ile birebir örtüşmediğini gördüm.Sorunlar, sıkıntılar vardı. Komünist Partisi ile ilgili de aynı şekilde benim kafamdaki devrimci parti,devrimci ruhla o örtüşmüyordu ki yıllarca Türkiye'de bunun savaşını vermiştik.Farklı gruplarla tartışmıştık. O zaman da ben şöyle düşündüm, yazar olarak kendimi ifade etmek en doğrusu. Ben solcuyum, vicdanlı bir insanım. Solcular kaybedenlerin yanında olurlar. Elbette öyleyim ama bu devlet formatı bu parti formatı bana göre değil. Bunu anladım yani devrimciliğe başladıktan 12 yıl sonra bir aydınlanmada yaşadım açıkçası. Bu da beni yazarlığa yönlendirdi.

İlk yayınlanan kitabınız bir şiir kitabı. Daha sonra biyografik sayılabilecek eserler geliyor. O dönemi biraz anlatır mısınız?
İlk önce şiir kitabına değineyim. Aslında ben şiir yazmıyordum, şiir yazmaya Moskova'da başladım. Çünkü orada özlem var, koşullar çok zor.Ailenden haber alamıyorsun, Türkiye'de neler olup bittiğini bilmiyorsun, yarı dışlanmış durumdasın, illegal bir hayat yaşıyorsun.Bizim okulun iki kampüsü vardı.Bir tanesi Kızıl Meydan'a yakın sayılabilecek bir yerdeydi. Bizimkisi ise bir köydeydi. Olimpiyatlar için yapılmış bir köyde eğitim görüyorduk biz. Dolayısıyla yalıtılmış durumdaydık.Diğer ülkeden olanlar memleketlerine gidip geliyorlardı. Çünkü yasal bir şey bu ama biz MİT bizi tespit edecek, polis bizi tespit edecek diye çıkamıyorduk. Orada da bir baskı altındaydık aslında.İçimizde polis var mı korkusuyla yaşıyorduk.Kar Kokusu’nda da biraz yazmıştım onu da.O yüzden yoğun bir duygusallık yaşanıyor. Sonra orada şiir yazmaya başladım, bu şiirler bir kitaba dönüştü.İlk olarak öykü yazmaya başladım ama ilk kitabım şiir kitabı oldu.Bütün yazarlarda böyle bir şey vardır, bir kitabım olsun duygusu. Bence doğru bir duygu değil, yanlış bir duygu. Ben yaptım ama önermem. İlla bir kitabım olsun diye düşünmek doğru değil. Bence bugün o şiirleri tekrar toparlayıp üstüne çalışsam, daha kaliteli bir şiir kitabı olabilirdi.Ama ileride edebiyat tarihçileri beni değerlendirmeye kalkarlarsa bana ilişkin fikir sahibi olabilecekleri bir eser çıktı ortaya. O yüzden de hiç dokunmuyorum.Sonra öykü kitabı yayınladık.O kitap 12 Eylül öncesi ve 12 Eylül içerisinde yaşamış devrimci bir gencin hem çok sert koşullar içinde yaşayan hem umudunu kaybetmeyen, inandıkları idealler uğruna ölümü göze almış, hem coşkusunu hem umutlarını hem hayallerini hem kederlerini, hüzünlerini anlatan bir kitaptı, Çıplak Ayaklıydı Gece.Ardından Bir Ses Böler Gece’yi yazdım. O da yine o döneme ait bir kitaptı.Sonra kar kokusunu yazdım. Şuna da değineyim, asıl o dönemi bugünkü bakış açımla anlatmak istiyorum.Muhtemelen bir Başkomiser Nevzat romanı yazacağım. Sonrasında da onu yazacağım.

Sonra bir polisiyeci olarak ilk roman geliyor ve Fethi Naci’yle ilginç bir olay yaşıyorsunuz.
Ben polisiye yazdığımın farkında değilim ama polisiye bir hayat yaşıyorum. 74'te ilk devrimci olduğum zamandan itibaren bu hayatın içindeydim.Bizim lisede okulumuz toplamda 40 gün falan açık kalmıştır.Solcuların elinde bir okuldu, daha çok sol fraksiyonlar vardı.Faşistlerle sürekli çatışma oluyordu, arkadaşlarımız öldürülüyordu.Polisiye için her şey vardı aslında hayatımızda. Fakat ben o gözle görmüyordum.Darbe olunca artık tam polisiye bir hayata geçmiş olduk. Çünkü artık yer altında yaşamaya başladık.İsmin sahte, ailen yanına gelemiyor, oturduğun apartmandaki insanlara ismini söylemiyorsun, bambaşka bir dünya ve gerçekten polisiye.Benim arkadaşım rahmetli Ali Taygun bana dedi ki,“Ahmet sen çok güzel polisiye yazıyorsun. Sen polisiye yaz.”Ben tabii bilmiyorum polisiyenin ne olduğunu ve küçümsüyorum da.Devrimci gelenekten gelen bir insan olduğum için…Ben şimdi gidip Agatha Christie gibi şeyler mi yazacağım diye düşünüyorum, kadını da anlamadığım için.Fakat baktım, isteyerek değil ama içimden gelerek polisiye yazıyorum.Sonra okuyunca polisiyenin Agatha Christie'den ibaret olmadığını, polisiyenin aslında kadim bir metin olduğunu, insanı anlatmak için suçu anlatmanın çok iyi bir yöntem olduğunu fark ettim. Örneğin Tevrat'ta muhteşem hikâyeler var ve neredeyse hepsi suç içeriyor. Bunun dışında başka yazarların da polisiye yazdığını fark ettim. Örneğin Ernest Mandel çok önemli bir Marksist iktisatçıdır, Troçkisttir.Onun bir polisiye hayranı olduğunu öğrendim, kitaplarını okudum. Sonra Shakespeare'in yazdıklarının polisiye ile bağlantısı olduğunu fark ettim ve rahatladım açıkçası.Ondan sonra Sis ve Gece’yi yazdım.Bu kitap enteresan bir eser oldu.Çünkü önceki kitaplarımda bir devrimcinin hikâyesini anlatmıştım.Ama burada dedim ki sen bir yazar olacaksan farklı birini anlatmalısın. Hatta karşıdan birini anlatmalısın. O da bir MİT’çi olsun dedim.O dönemler yargısız infazlar çok fazlaydı. Ben de böyle bir kitap yazayım dedim ve kahraman MİT’çi olsun istedim.O dönem Radikal gazetesi yeni çıkıyordu Fethi Naci de bu kitapla ilgili 3 yazı yazdı, ama bocaladı.Öyle de diyemiyor, böyle de diyemiyor. Ben de onu öldürdüm bir hikâyemde.O dönem Yeni Yüzyıl gazetesinde hafta sonları polisiye hikayeler yazıyordum.Sonra dost olduk tabii. Fethi Naci daha sonra Sis ve Gece’yi Türkçe yazılmış 100 romanın arasına koydu.

Sizin kitaplarınızda en çok yer verdiğiniz Başkomiser Nevzat nasıl ortaya çıktı.
Yeni Yüzyıl gazetesi o zaman yeni çıkmıştı.Rahmetli Okay Gönensin vardı.Okay Gönensin bu gazetenin yayın yönetmeniydi, polisiye seven biriydi.Benden gazete için polisiye hikâyeler yazmamı istedi.Pazar günleri gazetenin arka sayfasında başlayıp biten öyküler yazmaya başladım.Her bölümde farklı bir karakter teknik olarak mümkün olmadığı için de Nevzat karakterini yarattık. Nevzat benim ne akrabam ne tanıdığım biri. Yanına da bir yardımcı verelim dedim Onun da ismi Ali olsun dedik.O zaman Zeynep henüz yoktu. Bu benim biraz da para kazanmak için yaptığım bir işti ama beklediğimden daha çok ilgi gördü.Uğur Yücel Karanlıkta Koşanlar diye bir dizi yaptı.Türker İnanoğlu o karakteri model olarak Arka Sokaklar diye bir dizi yaptı.Böyle olunca, sinemacılar bizim karakteri götürüyor diye düşündüm. O zaman Kavim romanını yazmaya karar verdim ve Nevzat'ı ete kemiğe büründürdüm.Adaletten yana olan, vicdanlı bir suç filozofu olan Nevzat ortaya çıktı. 4 roman yazdım Nevzat'ın baş karakteri olduğu ve bunun yanında bolca da hikâye var ama tabii her romanında Nevzat yok.İlk başta sabit bir karakter yaratmayı düşünmüyordum ama hayatın kendisi beni buna mecbur etti.Bundan sonra yazacağım Nevzat romanında bir darbe hikâyesi anlatmak istiyorum.Biraz şaşırtacağız burada,Kafamda hikâyesi biraz oluştu romanın.Şu anda bir masal yazıyorum, bunu yazarken de Nevzat romanı nasıl olacak onu düşünüyorum.Kafamda romanın kurgusu bitmiş durumda masaldan sonra Nevzat'a gireceğiz.

Sizin yazdıklarınız polisiye olduğu kadar tarihi ögeler içeriyor. Özellikle Anadolu’nun kadim medeniyetlerine değiniyorsunuz. Bunun sebebi nedir?
Ben yazmaya başlamadan önce edebiyat konusunda bir bilgim yoktu. Daha doğrusu nasıl yazılır,edebiyat neyi anlatır, bir amacı var mıdır, bunları düşünerek yoğun yoğun okuyarak yazmaya başlamış bir insan değilim.Böyle insanlar vardır. Umberto Eco, bunlardan birisi ama ben böyle başlamadım. Ben yazarken öğreniyorum.Benim gibi pek çok yazar var hatta belki benim gibileri daha çoktur. O yüzden edebiyat nedir sorusunu ben yazarken öğrendim.Örneğin Patasana benim üçüncü romanım. Bu roman 98'de yayınlandı.1982'den 1998'e tam 16 yıl geçmiş. Ben bilfiil edebiyat dünyasının içinde yaşadım o dönemi ve bulduğum cevap şu oldu:Edebiyat insan ruhunu anlatır.İnsan ruhu da yaşadığı doğadan, toplumdan, ülkeden bağımsız değildir. Dolayısıyla biz o insan ruhuna baktığımızda yaşadığı gezegeni, çağı, ailesini hepsini içerir.Patasana benim için çok önemli milat romanlardan biridir.Bu romanı yazmaya başlamadan önce Antep'te bir geziye gittim ve bir dere kenarında bir höyük gördüm, bu beni çok etkiledi.İki bin yıl önceki insanla bugünkü insan ruhu aynı mı diye,o günkü insanla bugünkü insan arasındaki farkı düşündüm. Ondan sonra da Patasana romanını yazmaya başladım. Bu roman üç bin yıl önceki bir insanı anlatıyor ve benim büyüdüğüm coğrafya Antep’te geçiyor.Ben bu roman içintarih konusunda araştırmalar yapmaya başlayınca bize anlatılan tarihin büyük bir yalan olduğunu fark ettim.Son derece eksik, son derece ırkçı, son derece dar bir bakış açısına sahip tarihi anlayışı.Bunun ülkemizdeki insanlar arasında da olumsuz bir etki yarattığını gördüm.Ülkemizdeki insanları muhafazakar, ırkçı ve dindar yaptığını gördüm.Bize anlatılan resmi tarih şöyle başlar, şanlı tarihimiz der.Tabii buna itiraz etmiyorum.Bize şöyle anlatılıyor bu; 1071 yılında Alparslan geldi ve tarih başladı.Halbuki ondan 12 bin yıl önce inşa edilmiş Göbeklitepe var. 6 bin yıl önce Çatalhöyük var. Şimdi bunlar varken sen 1071'de başlatıyorsun.Biz buraya o tarihte geldiğimizde, burada Rumlar vardı yani Romalılar vardı. Bunun dışında da bir sürü yaşayan toplum vardı.Bütün bu uygarlıkları bilmemiz ve anlatmamız gerekiyor.Bunun ne faydası var diye sorabilirsiniz. Bu şu demektir:Bu topraklar aslında çok kültürlü çok dilli çok dinli. Tamam, biz bugün Türkiye Cumhuriyeti’yiz, dilimiz Türkçe, çoğunluk da Müslüman. Bunlar gerçek ama öteki kültürlere sahip çıkmak sana zarar vermiyor.Tam tersine seni geliştiriyor, Hıristiyanlık bu topraklarda ortaya çıkmış. Dolayısıyla bu çok kültürlülüğü çocuklarımıza öğretmemiz ve kavratmamız lazım.Bunu kavradığında evrensel olanı daha iyi kavrar, yasaklandığında kendi kabuğunda kalıyorsun. Başka kaynaklardan beslenmeyen göller gibi kuruyorsun. O yüzden bunu çok önemsiyorum ve o yüzden de romanlarımda bunları anlatıyorum.

Beyoğlu’na da birçok romanda yer verdiniz. Beyoğlu’nun sizin için önemine değinir misiniz?
Beyoğlu benim için birincisi burada yaşadığım için önemli.İkincisi, çok farklı bir yer. Türkiye için de çok farklı dünya içinde çok farklı.İstanbul'a baktığımız zaman biz biraz önce bahsettiğim çok kültürlülüğü görüyoruz. Aslında İstanbul 19’uncu yüzyılın sonlarında, 1900'lü yılların başında New York gibi.Bunu derken şunu kastediyorum:Burada pek çok dil konuşuluyor, çok farklı kültür ve çok farklı inanç burada bulunuyor.Aynı zamanda bir kültür ve sanat merkezi burası.Maalesef Cumhuriyet döneminin ardından Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, 60'lı yıllardaki Kıbrıs olaylarıyla birlikte burası tek sesli bir yer haline dönüştürülmek istendi.Gayrimüslimler dışarıda bırakıldı.Amaçları bir Türk sermayesi yaratmaktı ama ekonominin kurallarında böyle bir şey yok.Yine de bu yöntemi uyguladılar. Ama başarılı olamadılar birkaç istisna dışında. Beyoğlu da tam bu olayların merkeziydi. Ona rağmen Beyoğlu hala o günlerin esintilerini taşıyor.Bir kere mimari anlamda hala koruyor.Kiliseler var, Türkiye'nin modernleşme yüzü diyebileceğimiz Galatasaray Lisesi var, tiyatrolar ve sanat merkezleri hala var.Bugün Beyoğlu maalesef Batılı turistlerin az gelmesi nedeniyle ve bugünkü iktidar nedeniyle görünür bir Arap kültürü hakim.Barlar kapanıyor, yerine tatlıcı açılıyor mesela.Bunu görüyoruz tabii ki ama ben bunun geçici olduğunu düşünüyorum. 70'li yıllarda da Beyoğlu bir çöküş dönemi yaşıyor.İnsanlar buraya gelmeye korkuyor. 90'larda Beyoğlu yeniden eski günlerine dönmeye başladı. Ben iktidarın değişmesi ile birlikte Beyoğlu'nun eski günlerine kavuşacağını düşünüyorum. Bu potansiyeli taşıyor. Benim az önce bahsettiğimiz o çok kültürlülüğü yazma amacıma çok uygun bir yer.O yüzden de Beyoğlu'nu tercih ediyorum.Dünyanın çeşitli yerlerinde de böyle eğlence merkezleri, kültür sanat merkezleri var ama Beyoğlu inanılmaz bir yer.Gerçek hayat burada, fahişeler var, uyuşturucu satılıyor, kan var, acı var, politik gösteriler yapılıyor. Bu nedenle de yazmaya değer bir yer.Kocaman bir parantezin bittiği bir yer,Türkiye İstanbul ve Beyoğlu.

Şu an bir masal kitabı yazıyorsunuz. Ona da değinmek ister misiniz?
Masal kitabı yazıyorum ama bunu çocuklar için yazmıyorum, büyükler için yazıyorum. Bu kitabı yazma nedenim kadın hareketine destek vermek.Çünkü Türkiye'de son dönemde kadınlarda çok büyük bir uyanış var.Kadınlar yeter diyorlar, onlara sunulan bu hapishaneyierkek egemen kabuğu kırıyorlar.Bunun için sokaklara çıkıyorlar, barikatlarda direniyorlar, canla başla mücadele ediyorlar, bunun için bedel ödüyorlar.Politik olmayan kadınlar da canlarıyla bedel ödüyorlar.Erkekler kadınları öldürmeye devam ediyor ve ne yazık ki Türkiye'deki hukuk sistemi, iktidar bu konuda erkeklere cevaz veriyor. Ben de güzel bir ülkede yaşamak isteyen bir insan olarak yazmak istiyorum.Biliyorum ki kadınlar özgür olmazsa bizim mutlu olmamız mümkün değil.Özgürlük yoksa aşk yoktur.Asıl büyük aşk fedakarlık gerektirir ve fedakarlık gerektiğinde seni istemeyen kadının mutlu olmasını istemektir.Bunu anlatan bir masal yazıyorum.5 prensinhikayesi. 5'in özelliği de şu: 5 kadın ve erkeğin birlikteliği demek. 3 ve 2’nin biri dişiyi biri erkeği temsil ediyor. Aşk hakkında düşünmeye sevk eden sevmeyi bilmeyen erkekler hakkında bir masal.

Sizin yazarken bir alışkanlığınız var mı?
Önce bir fikir geliyor benim aklıma.Patasana’da olduğu gibi bir tarihi eser olabilir veya bir arkadaşımla konuşurken bana anlattığı bir olay olabilir.Bana cazip gelen bir şey olursa da bir akademisyen gibi gerçekten bilimsel bir teze çalışır gibi hazırlanıyorum.Örneğin Elveda Güzel Vatanım’da İttihat ve Terakki konusunda bilimsel bir tez hazırlar gibi çalıştım ya da son romanım Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde mitolojiyi böyle araştırdım. Birkaç yıl teorik çalışma sürüyor bittikten sonra da yazmaya başlıyorum.Yazarken de bana dikkatimi dağıtmayacak bir yer lazım.Şu anda İstanbul'da bir adada yaşıyorum. Beyoğlu'nda ofisim var, benden başka kimse olmuyor.Yazarken müzik dinlerim, sözsüz müzik özellikle tercih ederim.Yazmak için bilgisayarımın başına otururum.Bazen sayfalarca yazarım,bazen hiç yazamam. Ama şuna inanırım disiplin bir yazar için çok önemlidir.Yazarın hep aklında yazacağı bir şeyin olması lazım tutar o yazarı canlı tutar.
Yazar adaylarına ise şunu söylemek isterim, başıma gelen bir olay üzerinden anlatayım:Genç bir yazardım, bir abimizin yanına gittim yazar olmak için ne yapmalıyım diye sordum.Bana önce dil öğrenmelisin felsefe öğrenmelisin dedi.Ben de bunları duyunca bir tür aşağılık duygusuna kapıldım.Ben acaba yanlış mı yapıyorum yazar olmaya çalışarak diye düşündüm. Bunlar olmadan nasıl olacak diye düşündüm.Asla böyle yapmasınlar yazmak isteyenler.Yazmaya hemen başlasınlar.Yazmak için şu okulu bitirmek lazım, şu 5 yazarı mutlaka okumak lazım gibi bir durum asla yok.Hayatla ilgili olmak lazım, mutlaka felsefe öğrenmek lazım.Karakter yaratıyorsunuz.O karakterle ailesine, çağın ilişkisine kurmanız için felsefe çok önemlidir.Diğer sanat alanlarını takip etmek mutlaka şart. Bunların hepsi olabilir edebiyatta ve sanatta. Bana kalırsa tek bir ölçüt vardır ölçütsüzlük.Tabii ki inat etmek lazım inatla yazmak lazım.