Reklam

Salgın yangın yeri şu küçülen dünyada...

Belmin Dumlu Savaşkan Salgın yangın yeri şu küçülen dünyada

Salgın yangın yeri şu küçülen dünyada...
30 Ağustos 2020 - 09:39

Belmin Dumlu Savaşkan

Salgın yangın yeri şu küçülen dünyada...

Çaresizlik duygusunu en son ne zaman hissettiniz hatırlıyor musunuz? Aç kalan çocuklar gelirdi aklıma, gazetelerde manşet yazıları, ekonomistlerin savlarına dair köşe yazarlarının yorumları, tarafsızlığın önemini bildiğiniz halde taraf olmak durumunda bırakılmak…

Bir şehir çocuğu olarak büyümüşseniz, bir köy gezisiyle algınızda farklılıklar oluşmaya başlar. Köy insanının evine misafir oldunuz mu hiç? Zaman kavramı mecazdır oralarda, köy yerindeki kıraathaneler de zaman durmuş gibi kareler gözümün önüne gelir. Saatler sürer sanki, bıraktığınız gibi bulursunuz aynı insanları, muhtar da sık uğrar, son zamanlarda o da kapandı, çare yok... Salgın herkesi sardı mı dersiniz? yoksa sadece bir çaresizlik dönemi miydi geçer gider denilen? ‘demokrasilerde çareler tükenmez’ derdi bir devlet adamımız, öyle oldu mu? 

Çaresizliği ilk hissettiğimizde, sanki kapana kısılmış gibi oluruz. Derdime kim derman olacak düşüncesiyle, uykusuz geceler başlar. Sağ ya da sol gözünüzden yaş akar, benim nedense hep sağ gözümden yaş gelir, sebebini bilmem. Çocuğunu doyurabildiysen yatmadan önce, gazetedeki açlığa dair haber önemini çoktan yitirmiştir. Huzurunu kaçıracak başka bir haber okumadıysan o geceyi rahat geçirirsin, haberleri okuyup ‘ya hayat da güzelmiş’ dediğin geceleri hatırlayarak avunursun, bir nevi öğrenilmiş çaresizliktir bu durum, çünkü hafızanı canlı tutan bir dinazor gibi başucundadır, yoklayacaktır yine seni. Bir başka sabah uyandık, baktık ki şehrimiz bize dar geliyor. Elimiz kolumuz bir ekrana bağlanmış, dijital toplulukları algılamaya çalışır halde bulduk kendimizi. İşte o gün, köydeki kahvehanenin durağanlığı, bir köy evinde misafir edilmenin sıcaklığı için iç geçirdik. Çaresizliğe  çare bulmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Küçük pencerelerden sohbetler başlattık kendimize, artık çağın kaçınılmaz değişimi dedik, alışıverdik. Dünya büsbütün küçülürken, evler de küçüldü, odalar üstümüze geli geliverdi,  nefes almak istedik nafile dar geldi balkonlar da. Saksılardaki çiçeklerimize uzun uzun baktık, bir daha ne zaman yenilerini ekebileceğiz diye, Necmiye Teyze’nin tarçın kokan sahlebini içme mevsimine kadar sürecek miydi bu salgın? Ona ne diyecektim, zaten üç tane ahşap masası vardı kuzguncuk’ta, sokaktan gelen geçenlere bakardı, bir tanısaydınız hele sohbetine doyum olmazdı, mis gibi kokan taze çöreklerini artık kim için yapacaktı? 

Çaresizliği ironik olarak tanımlayan Fransız edebiyatçılarından Albert Camus, 1942 yılında yayınlanan  ‘Sisifos söylemi’ adını Yunan mitolojisinden almış romanında, hayata varoluşçu felsefe ile yaklaşır. Sisifos, Yunan mitolojisinde, yeraltı dünyasında, hilekarlığının cezası olarak, sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Camus, Sisifos’un mutlu olduğunu söyler. Ona göre Sisifos’unki bir boyun eğiş değil, başkaldırıdır. Sisifos ismi geleneksel olarak sophos (bilge) sözcüğüyle ilişkilendirilir. Tanrıların oyuncağı olmayı kabul etmez Sisifos. Yaptığı şeyi benimser ve bundan keyif almayı seçer. Sisifos artık mutludur. Der ki Camus: “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır.” Tıpkı Sisifos’un tanrıları yendiği gibi. Aksi bir seçenek düşünülemez çünkü.’’

Bunun ardından, Camus felsefenin gerekliliğini, 1947 yılında yayınlanan Veba romanında, hekimlere seslendiği metinler ile, çaresizliğe nasıl yaklaşılması gerektiğini şöyle ifade etmiştir:

“Her şeyden önce, asla korkmamalısınız (…) Netice itibariyle korku, insanı hastalığın etkisine açık hale getirir (…) Sizler, vebayla boğuşan hekimler, vebanın ölüme yataklık ettiği o dünyaya adımınızı atmadan önce ölüm düşüncesine karşı benliğinizi sağlamlaştırmalısınız ve bu düşünceyle barışık olmalısınız. Eğer bunun üstesinden gelebilirseniz, üstesinden gelemeyeceğiniz hiçbir şey kalmaz ve dehşetin tam ortasındayken bile gülümseyebilir hale gelirsiniz. Bundan çıkarmanız gereken sonuç şudur: Size bir felsefe lazım. (…) “İnsanların sinek gibi ölmesine alışmayın. Çaresizliğe alışmak, çaresizliğin kendisinden daha tehlikelidir” Albert Camus.

Salgın, boyutu ne olursa olsun, beraberinde değişim gerektirir. Bazen de toplumsal değişimi körüklemek için salgın kaçınılmaz olur. Bir söyleme inanmak zorunda bırakılmak gibidir bu durum. Yapılması zorunlu olan şeyler vardır. Çaresiz kalmak istemiyorsanız uymanız gerekir aksi halde Sisifos gibi cezalandırılabilirsiniz.

Dünyanın küçülmesi, önce büyümesi süreciyle başlamıştır. Globalizasyon birbirimize yakınlaştırırken, ruhsal ve felsefi anlamda birbirimizden uzaklaşmamıza, basit ve kolay olanın keşfine sebep  olmuştur. Bu keşifler, vazgeçmemizi kolaylaştırmış olabilir mi sizce?  Diğer bir deyişle, daha iyiye ulaşma çabaları, insanlığın yazgısını ancak özünde mutlu olabiliyorsa değiştirebilmiştir diyebilir miyiz ?

Salgın, alışkanlıklarımızı değiştirdi, teknolojik anlamda bağlılığımız arttı.

Mesafe, temel kelimelerimiz arasına yerleşti. Ama yine de doğayı daha çok özler olduk. Dünyayı doğanın içinde bir yerden dahi takip edebilme lüksüne erişmek mutluluk verdi. Salgın yangın yeri olsa da, özümüzde mutlu olabilme ironisi ile düşünebiliyorsak, bu dünya artık bizim için var demektir…

Sağlıcakla...