Reklam

ÖYKÜ/Turuncu balıklar

ÖYKÜ/Turuncu balıklar
16 Mart 2021 - 14:57
Nazlı Soydan Gümüş
-Balıkları sever misin?

-Bilmem.
-Neyi sevip sevmediğini bilmez misin?
-Hayır, bilmem
-Peki.
Bir muhabbet açmak için daha önce bu kadar çabaladığımı hatırlamıyorum. Elleri de hep ağzında, mikrop kapacak. Geçen hafta gülümsemişti sanki ya da bana öyle geldi.  Kim bilir, belki de boşa çabalıyorum. Hazır değil miyim yoksa? Ahmet bey demeyecek mi şimdi bana “Madem emin değilsiniz, neden her hafta sonu geliyorsunuz?”
“Görüşürüz” dedim ama içten miydim yeterince? İçim içimi kemirmeye başladı. Minik bir kalbi kırmış olma endişesi ile başladım yine tırnak etlerimi koparmaya. Ağırlaştım sanki. Ayaklarıma bakıyorum, sanki yürüyüşüm bile değişti. Gri soğuğu koridorlar da bitmek bilmedi. Kapıda “Müdür” yazıyor. Neden ismini yazmamışlar ki. Kim olsa, fark etmezmiş gibi. Kapıyı vurduğum gibi boynumu uzattım içeri. Gözlüklerinin üstünden “Ne vardı?” bakışı ile karşılaştığım an, sözlüdeki bir öğrenci telaşı başladı. Yüzüme biri çakmak tutuyor sanki. Korka korka “Kararım kesin” diyebildim. Benden gerçekten bıkmış olacak ki, imzaladığı kağıtlara döndü ve “Pazartesi’ye kadar evrakları hazır ederiz Sanem hanım, saat için haberleşelim” diyebildi. Bir süre kaldım karşısında. Benim için bu denli önemli bir karar onun için ne önemsiz ne sıradan. Tüm hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden, keyif aldığım tüm anlar. Bu, ölmek üzere olan insanlara olur diye bilirdim. Tüm hayatımı değiştirecek bir karar, evet ama pişman mıyım? Yok, hayır. Ama bu düşünceler nereden çıktı? Adamcağız gözlüklerini düzeltip bir bakış daha attı. Resmen gözleriyle konuşuyor. “İyi günler” dedim sanırım ya da sadece “günler”, hiç bilmiyorum.
Dışarı kendimi attığım gibi, içimde biriken tüm havayı son derece sesli bir şekilde bıraktım ve derin bir nefes aldım. Kalp atışlarım normale dönmeye başladı sanki. Sonunda karar verebildim mi gerçekten? Ağzımdan çıktı işte. Oysa kapıyı vururken emin değildim. Hayattaki yeni rolüm korkutuyor beni, yalan yok. Koruyucu anne! Ne büyük iki kelime. Koruyacağım ve annelik edeceğim bir ürkek yürek var artık! Bu kadar korkarken, koruyabilecek miyim peki?  
Üç ay kadar önce okuduğum bir röportajla başladı aslında her şey. Bir pazar sabahı. Ne güzel, dert yok tasa yok almışım gazetemi elime, sevmiyorum ne de olsa bilgisayardan okumayı. Duyacağım kokusunu, parmaklarımı boyayacak mutlaka. Elimde kahvem, ayaklarım pufun üstünde, terlik bile düşsem mi düşmesem mi diye kararsız. Böyle umarsız bir anda çıktı karşıma, o okurken gözyaşlarıma hâkim olamadığım röportaj. Bir çocuğa koruyucu anne olan, onu şimdilerde Sevgi Evi dedikleri kurumdan çekip çıkaran bir kadın. Ne çok benziyoruz. İşi gücü yerinde, elli yaşlarında bir kadın. Kırklı yaşlarına merdiven dayadığında, bekarken bu kararı almış. Elinden tuttuğu o küçük çocukla yıllar içinde kurduğu bağ, gerçekten inanılmaz. Üstelik çocuk yeteneği ve yoluna ışık tutan annesi sayesinde ne başarılı olmuş. Burs kazanmış ve Amerika’da sanat okuyormuş. Nerden nereye diyecek bir hayata tutunma öyküsü, daha doğrusu bir el uzatma, can olma öyküsü bu. İhtiyacım olan tam da bu diye düşündüğüm o an. Filmlerde gördüğümüz aydınlanma sahneleri vardır ya, o anı seyirciye hissettirir. “Tamam, işte bu” dersiniz, öyle işte. Hayatımın anlamını sorguladığım şu dönemde. Ben neden varım, varlığımın bir amacı olmalı dediğim bir dönem. Gezdiğim tozduğum, eğlendiğim, deli gibi çalıştığım ama eve geldiğimde, durduğum an hep koca bir boşluk içinde hissettiğim. Kendi deştiğim büyüttüğüm bir kıyafet söküğü gibi. Büyüttükçe büyüttüğüm. Doğruldum yerimde. Kararsız terliklerim de ayağımdan fırladı o an, özgürleştiler. O an, sevdiğim kokulu gazetemi bırakıp diz üstü bilgisayarıma geçtiğim an oldu. Pazar keyfimi bölmek hiç bu kadar keyifli olmamıştı. Arama motoruna yazdığım “koruyucu ve aile” kelimeleri ile başladı araştırmalarım. Okuduğum başka hikayeler oldu hayatın ta içinden.  Gözlerim dolu dolu, elim kalbimin üstünde okudum çoğunu. Kalbimin hiç bu kadar acıdığını hissetmemiştim daha önce. İnsan bilmeyince nasıl da rahat yaşıyormuş meğer.  Bilmek değil de farkında olmak mı demeliydim? Öyle ya biliyoruz aslında ama irdelemek işimize gelmiyor belki de. Kendimizle öyle ilgiliyiz ki; kafamızı kaldırıp dışarı bakmıyoruz. Bir kere bakınca da akvaryumumuzdan dışarı eskisi gibi de olamıyoruz işte. O pazar gününden sonra ben de aynı olamadım. Her hafta sonunda koşa koşa gittiğim o gri koridorlar ve Ayşe girdi bir kez hayatıma. Bir çift siyah göz, kırmızı yanaklar ve hep dağınık kıvır kıvır saçlarla bütünleşen o güzel surat…Nasıl aynı kalayım?
 Bir korku kaplıyor yine beni. Girdim yine bir sis perdesinin içine sanki. Geçmiş bugün birbirine girdi yine. Peki ya gelecek? Ona yetebilecek miyim? Ya beni istemezse? Ya bir noktada ailesine dönmek isterse? Sonuçta koruyucu ebeveyn olmak evlat edinmekten farklı. Ailesi yaşıyor Ayşe’nin. Kendi istekleri ile bırakmışlar. Maddi sıkıntılar, uyuşturucu bağımlısı bir baba. Annesi de hırsızlıktan belki on kez hapse girmiş, çıkmış. Dosyasını okuduklarında hüngür hüngür nasıl da ağlamıştım! İki siyah göz yine belirdi zihnimde. Bana el uzatmaya çekinen, gözlerini kaçıran. Ah Ayşe, sen de düşünüyor musun böyle beni?
Evin önüne gelmişim. En az bir saattir yürüyor olmalıyım. Elimi çantama atıyorum ama anahtarın çıkası yok, kurcalıyorum. Buruşuk bir kâğıt geliyor elime. Fiştir, faturadır deyip geçmiyor, bakıyorum ne diye. Beyaz bir kâğıtta turuncu bir balık resmi. Koca gözlü, tüm kâğıdı kaplayan koca bir balık. Öyle silik değil. Pastel boyalarla taşıra taşıra, bastıra bastıra çizdiği belli. Minik elleri ile. Kağıdın köşesinde ise iç içe geçmiş iki kalp. İsimlerimizin baş harfleri. Göz yaşlarım bırakıyor kendini yanaklarımdan. Seviyor demek. Balıkları da beni de!