Reklam

ÖYKÜ/Gizem

ÖYKÜ/Gizem
12 Mart 2021 - 12:53
Gülcan Aksoy

İlk romanımın yayınlanmasının ardından çok zaman geçmişti. İkinci kitabımın üstünde çalışıyordum. Tamam, kabul, henüz elle tutulur tek bir satırım bile yoktu. İlk kitabımla ummadığım bir başarı sağlamıştım. Ödüle layık bulunmuş, haftalarca çok satanlar listesinin ilk sırasından inmemişti. M. Kemal Ünlüoğlu ismi kadınlar üstünde sihirli bir etkiye sahipti. Şimdi bu başarının altında eziliyordum. Yazacak, ilkinin üstüne çıkacak hiçbir şey bulamıyordum. Bir sürü kitap vardı yazım masamın üstünde, çaresizce onlardan bir şey bekliyordum; bana ilham verecek, beni ateşleyecek birkaç satır… Yok yok yok! Tüm fikirlerimi, tüm yaşanmışlıklarımı birinci kitapta kullanmıştım, yeni bir kitap için özel bir şeyim kalmamıştı. Savaşta kurşunu bitmiş asker gibi sipere yatmış yaklaşan ölümün ayak seslerini dinliyordum. Eğer söylendiği gibi bir ilham perisi varsa, ortaya çıkmasının tam zamanıydı.
Cervantes’in hayatına imrenmeye başlamıştım. Bütün gün yiyor, içiyor, yalanıyor ve uyuyordu. Ne kaygısız bir hayat. Adını bile öğrenememişti, biraz aptaldı sanırım. Ama bu dünyada mutluluğun formülüne mutlaka katılması gereken, elzem bir malzemeydi aptallık. Müzisyen bir arkadaşım kedisine piyano çalmayı öğretmişti. Bizim miskin Cervantes’e yemek koymayı unutsam, bir miyav demeye bile yeltenmez. Ama iyi bir dinleyicidir; kendi kendinizle konuşur gibi rahat olabilirsiniz, hiç yargılamaz, sözünüzü kesmez.
O gün yine çaresizce elimdeki kitapları karıştırıyor bir yandan da Cervantes’le konuşuyordum, “Bu gün yine tek satır bile yazamadım oğlum. Arkamdan gülüyorlar. İlk kitabın satışları da düştü. Birkaç reklam filmi senaryosundan aldığımız para da suyunu çekiyor. Öyle bakma, yakında sana kaliteli mama alamayabiliriz.” Cervantes yattığı yerden gerinerek kalktı. Acıktı ya da tuvalete gidecek diye düşündüm. Ama Cervantes o zamana kadar hiç yapmadığı bir şey yaptı, yazı masama çıktı ve klavyemin üstünde, kendi ekseninde döne döne tırnaklarını cilaladı. Yerimden fırladım, “Yapma aptal kedi. İn oradan!” diye haykırdım. O hiç aldırmadı sakince yere atladı ve yine daha önce hiç yapmadığı gibi bana bakıp kısa bir “miyav” dedi. Bu kısa miyavla Cervantes, “Korkma be yemedik, zaten bir bok yazdığın da yok,” diyor gibiydi. Bir zarar vermiş mi diye klavyeye ve ekrana bir göz attım; ekranda bir takım harfler ve sayılar vardı. Gülümsedim. Cervantes kalitesiz mamayı duyunca yazar olmaya mı karar vermişti?  Tam silecekken bu dizilimin ilginç olduğunu fark ettim. Bir takım harfler ve bir sayı, yine bir takım harfler ve bir sayı. Tesadüf olamayacak kadar enteresandı. Cervantes’e baktım, mama tabağının başında katur kutur yemek yiyordu. Tanrı, ilham meleği ya da daha başka gizemli bir güç bana kedim aracılığıyla bir mesaj yollamış olabilirdi; hemen bir kâğıda yazdım. İlk aklıma gelen masanın üstünde dağınık duran kitaplar oldu. Bu harfler kısaltılmış kitap isimleri olabilirdi, sayılarda yararlanacağım sayfa numaraları. Tesadüf bir kaç tanesini biraz zorlamayla eşleştirsem de sonuç umduğum gibi çıkmadı. Yazar isimleri kısaltmaları diye düşündüm, ondan da bir sonuç çıkmadı. Birkaç gün uğraştıktan sonra, Cervantes’ten yeni bir ipucu almanın peşine düştüm. Ona, günde üç öğün en iyisinden yaş mama vaadinde bile bulundum. Tehdit ettim; “Arkadaşımın seni doğduğuna pişman eden oğlunu hatırlıyor musun? Seni ona veririm vallahi.” Çaresizlik kafayı yememe sebep olmuştu; aptal bir kediden medet umuyordum.
Bir süre sonra bunun saçma bir tesadüf olduğunu düşünüp vazgeçtim. Hatta unuttum. Keşke hiç hatırlamasaydım.  Hem de Hakan’ın olduğu bir ortamda, bir iki kadeh attıktan sonra hatırlamanın ne manası vardı. Hakan, zaten seni aşağılamanın, herkesin içinde küçük düşürmenin peşinde… Ne zaman Oscar Wilde’e özenip, hoş sohbet ve bilgili bir insan olduğumu göstermek istesem, ağzını eğerek güler ve beni kibarca bozardı. Onu hiç sevmiyordum, kendini beğenmiş bir züppeydi. Yine de çok zeki bir adam olduğunu kabul ediyorum. Evli, çocuklu ve tanınmış bir reklam yazarı. Her seferinde onun olduğu ortamlarda daha dikkatli olacağım konusunda kendime söz veriyordum, ama şu boş boğazlığım yok mu? Yine yaptım işte; biraz gülmek, bakın ben kendimle dalga geçebiliyorum demek için bu olayı anlattım. Amacına ulaşmıştı aslında, “Senin kedi, adının hakkını vermiş,” dediler. Güldük.  Hakan, “Şu gizemli şifreyi görebilir miyim?” dediğinde uyanmadım, telefonun hafızasına kayıtlı dizilimi önüne koydum. Neyin peşinde olduğunu anlamamıştım. İspat mı istiyordu? Cebinden çıkardığı bir kâğıda not almaya başladığında çoktan pişman olmuştum. “Bir de ben bakayım şu gizeme, belki çözerim.” İlla ki bir uyuzluk yapacak ya… Kıskanıyor, çekemiyor beni… Öykü ve denemeler karalıyorum diyor ama kimseye göstermedi henüz. Neden acaba?
O gece aldığım alkol bile kafamı dağıtamamıştı. Kendime kızıyordum. ”Şu çeneni hiç tutamayacaksın değil mi? Sen bu güne bugün tek bir kitapla milyonlara ulaşmış bir yazarsın. Ağır ol be! Ağır!” Uyumadan önce bir karar aldım; bir süre kimseyle görüşmeyecektim. Hakan’ı da hayatımdan tamamen çıkaracaktım.
Birkaç gün sonra o gecenin huzursuzluğunu üstümden atmıştım. Yeniden yazmaya başlamadan önce ilham için okumayı seçtiğim kitaplara bakıyordum. Hakan’dan bir mesaj aldım, “Mailine bak. Galiba senin gizemi çözdüm.” Kafamın ortasından bir tas kaynar su boşaltılmış gibi oldum. Mailini aynen aktarıyorum:
“NAÇ3 YRY7 ÇÇYO23 KOİİİD29 GSYSYY31 GDBYD37 HP2
Öncelikle tesadüf olamayacak bir ayrıntıdan bahsetmeliyim. Bu dizilimde ki tüm sayılar asal. Asal sayılar çok özeldir. Asildirler, her biri kendine özgüdür, kendilerini böldürmezler, kimseye çarptırmazlar. Şimdi sana gönderilen mesaja gelirsek cümle cümle şöyle:
Ne anlatmaya çalışıyorsun 3
Yazdıklarında ruh yok 7
Çalmayla, çırpmayla yazar olunmaz 23
Kitaplar okunmak içindir ilham almak için değil 29
Gösterişli, süslü yazmak seni yazar yapmaz 31
Gerçekler dışarıda bir yerde duruyor 37
HP 2
Bu son bölümü çözemedim, sanırım bilgisayarının imzası. Giderek büyüyen ve nokta görevi gören asal sayılar bu öğütlerin sana vereceği eşsiz katkıyı temsil ediyor. Ama sondaki ‘2’ kural dışı; asal sayıların en küçüğü, aynı zamanda çift bir sayı. Benden bu kadar gerisi sana kalmış.”
Birisi tarafından evirile çevrile dövülmüş gibiydim. Bilgisayarımın ekranı benden uzaklaşıyordu, ya da ben ondan uzaklaşıyordum. Beynim karıncalanmış, veri akışını kesmişti. Bu durum ne kadar sürdü bilmiyorum. Kendime geldiğimde bilgisayarım da dâhil elime ne geçerse fırlattım. Hazmetmesi çok güçtü; Hakan hakkımdaki düşüncelerini benim de yardımımla, zan altında kalmadan daha güzel nasıl dile getirebilirdi?  Bağıra bağıra, hiç oturmadan hızla bir oyana bir bu yana yürüyerek önce Hakan’a sonra kendime ve Cervantes’e küfürler yağdırdım. Sonunda bitkin bir biçimde kendimi koltuğa attım. Bundan nefret etsem de Hakan haklıydı. Saatlerce kalkmadan tavanı izledim ve bir karar verdim; her şeyi geride bırakıp gerçeğin peşine bir yolculuğa çıkacaktım. Beni kimsenin tanımadığı yerlere… Belki adımı bile değiştirirdim.
Cervantes için üzgünüm; onu, o yaramaz oğlana vermekten başka çarem yoktu.
İşte buradayım, şarka doğru giden bir trenin içinde ve bu satırları yazıyorum. Kimseyle vedalaşmadım. Telefonumun hattını ve tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım. Yeni bir hat aldım, kullanmayı düşünmüyorum, tedbir olsun diye. Şimdi Hamlığımı atıp pişmeliyim. Hakkâri’de bir mevsim buna yeter mi bilmiyorum; ne kadar süreceğinin önemi yok aslında. Yaşanmışlıklarım beni büyütecek, sonunda alçak gönüllülüğün katacağı hikmetle ideal insana daha çok yaklaşıp eşsiz olacağım; “2” kadar eşsiz.
Çözemediği HP2 de Hakan’a kapak olsun.