Reklam

Hikâye Anlatıcılığının Bilimi

Hikâye Anlatıcılığının Bilimi
28 Ocak 2021 - 14:47
SONER SERT

Yeryüzünün en kadim geleneğidir; hikâye anlatmak. Farklı coğrafyalarda, çeşitli zamanlarda, insanlığın uzanabildiği hemen her fiziksel ortamda var olmuş/olan birey, kendine ya da bir başkasına hikâye anlatır. Dille, sanatla, işaretle, sembolle, ritüelle… Bütün bu keşifler, aramalar ekonomiden siyasete, kültürden toplumsala uzanıp temelde bir hikâye paylaşma ihtiyacına dayanır. İnsanlığın ilk zamanlarını, mağaralarda, ağaç kavuklarında yarı çıplak yaşayan atalarımızı zihnimizde canlandırdığımızda, ateşin başında toplanıp birbirlerine hikâyeler anlattıklarını görürüz. Yalnızlıktan kurtulma, sosyalleşme, yaşamı daha kolay hale getirme, bilgi paylaşma, dünyayı güzelleştirme adına yapılan bu uğraş, günün sonunda her daim yeni anlatım olanaklarının yaratılmasına, form ve biçim üzerine kafa yoğrulmasına sebep olur.

Sanat, doğası itibariyle bir hikâye anlatır. Metne dayanan disiplinlerden sinema, tiyatro ya da roman/hikâye haricinde, bir resim ya da bir fotoğraf da hikâye anlatır. Sınırları belirlenen imgenin, anın, olayın ya da durumun bir başlangıcı ya da bitişi var. Eserde görünmese yahut müzikte olduğu gibi duyulmasa bile zihinde o eser bir nihayete varır ve hikâye tamamlanır.  
Sanat ve hikâye anlatıcılığı konusundaki yazıları New Yorker, New York Times ve Guardian gibi gazetelerde yayımlanan Will Storr, yukarıdaki görüşe ek olarak, anlatıcılığın, özellikle bir hikâyeye sadık kalarak anlatıcılığın, bir bilim olduğunu düşünür. Farklı şehir ve kurumlarda Hikâye Anlatıcılığı Bilimi adı altında konferanslar verip atölyeler düzenleyen Storr’un yaklaşımını tüm boyutlarıyla ele aldığı kitabı geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları’ndan yayımlandı.
Storr, bu alana dair ilgisini, yaklaşık on yıl önce keşfettiğini söylüyor. The Heretics adlı, inanç psikolojisi üzerine hazırladığı kitabı üzerine çalışırken, zeki insanların hangi gerekçelerle akıldışı şeylere inandığını sorguladığını ve bu yoklamanın insan egosuyla olan ilişkisinden yola çıkarak hikâye ve bilim arasında paralellik kurduğunu anlatıyor. Ruhsal olarak sağlıklı insanların, hayatında gerçekleşen olaylar sırasında, kendilerini merkeze koyarak, ahlak timsali bir kahraman olduğuna ve insan beyninin bu “hikâyeye” inanması üzerinden yola çıkan Storr, bu bağlamda beynin bir hikâye anlatıcısı olduğunu keşfediyor. Yazara göre, bunun en nesnel kanıtı ise “anlatıcının” beyninin, bu inancı desteklemeyen hikâyeleri reddetmesidir.
Ardından ilk kez kaleme alacağı bir kurgu metin üzerinde çalışırken, yazım teknikleri ile ilgili birkaç kitaba ihtiyaç duyan yazar, okuduğu eserlerden sonra yine aynı noktaya çıkıyor. Ona göre, hikaye kuramcılarının anlattıkları, psikolog ve sinirbilimcilerin yaptığı çalışmalarla aynı düşünceye hizmet ediyor. Bu fikrini “işler olup olmadığını” anlamak istercesine, düşüncelerini derleyip toparlayan yazar, birkaç atölye yapmaya başlıyor. Yaptığı atölyelerde katılımcıların ilgisini çektiğini, düşüncelerinin pratiğe uyum sağladığını gören Storr, kitabını kaleme alıyor.
Ona göre, anlatıcılıktaki en temel mesele, başka insanların beyinlerinin ilgisini çekmektir. Bunu yapmanın en basit yolu ise beynin nasıl çalıştığını keşfetmektir. Bu noktada egonun devreye girdiğini düşünmek mümkün. Zira yazarın keşif süreçlerinden ilki, “ahlak timsali bir kahraman”a duyulan ihtiyaçtır. Onun için yazar, dikkatin olay örgüsünden ziyade, karakter üzerinde takılıp kaldığını söylüyor. “İlgimizi doğal bir şekilde cezbeden şey aslında insanlardır, olaylar değil.” diyor Storr.
Rehber niteliğindeki bu cümlesinden yola çıkan yazar, metninin “klasik yazım kılavuzu” olmadığını söylüyor. Ona göre, ilgi çekici olan şey, özgün ve etkili hikâye planlarının sırayla yazılmış maddelerden değil, karakterlerden doğar. “Zengin ve sahici karakterler tasarlamanın, şaşırtıcı olaylarla dolu bir hikâye yazmanın en iyi yolu, karakterlerin gerçek yaşamda nasıl hareket ettiğini anlamaktır ve bu da yüzümüzü bilime döneceğimiz anlamına geliyor.”
Yazar bu çalışmasında, her ne kadar yazma sanatıyla ilgili nesnel bilgilere ve yol haritasına yer verse de, “ancak şöyle yazarsanız iyi yazarsınız” ya da “günde sekiz saat yazmazsanız sizden yazar olmaz” gibi büyük laflar etmiyor. Alt alta aforizmalar dizip kolay yazım broşürü de sunmuyor. Zaten öyle bir şey de yok. Onun derdi, sanat ve bilim gibi iki farklı disiplin arasında ilişki yaratarak, bunu hikâye anlatıcılığı merkezinde ele alıp incelemektir. Bunun için de bilince, yani insanın beynine iz sürüyor. Anlatıcılığı odağa alarak, sorunlu kahramana ve bilimsel olana ulaşmaya çalışıyor. Storr, bu yolda ilerlerken, kendinden önce yapılan çalışmaları da yok saymıyor. Zira felsefi olarak bakıldığında söylediği şey de yeni değil. Sanat ve bilim (ki bilim, gerçektir) arasında bir ilişki yaratırken, bir içerikten öte, üretim sürecinden bahsediyor. Sanatçının/anlatıcının, gerçekle olan paralelliğinin pratiğini belirlediğinden ve yeniden üretilen “şeyin” bilimselliğinden söz ediyor. Yazma uğraşı üzerine çalışanların özellikle ihtiyaç duyabileceği metin detaylı bir teorik çalışma…