Reklam

Yazar Ahmet Büke ile ilk romanı Deli İbram Divanı üzerine: Hayatında eksik neyse ona doğru koşar insan

Yazar Ahmet Büke ile ilk romanı Deli İbram Divanı üzerine: Hayatında eksik neyse ona doğru koşar insan
23 Şubat 2022 - 10:05
Barış İnce
Deli İbram Divanı ile okurlarının karşısına bir roman ile çıkan Ahmet Büke bu eseriyle büyük beğeni topladı. Biz de kendisiyle romana dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Deli İbrahim Divanı, insanlık tarihine eşlik eden efsane, söylence dilini, bu toprakların masal, mesel kültürünü içselleştirmiş bir deniz romanı. Öncelikle bir deniz romanı yazma fikri nasıl oluştu?
Aslında iç içe geçmiş iki süreç var biraz geriden bakılırsa. Türk kültür tarihine özel bir ilgim var. Bir dönem eski destanları, mitolojiyi, İslamiyet öncesi Türk tarihini, eski sözlüklerimizi epey okumuştum. Tabii bunları bir yerde kullanırım ya da bu alana yönelirim diye yapmadım bu okumaları. Ben biraz da serseri mayın gibi kitapların, makalelerin arasında dolaşmayı seviyorum. Çocukken de durmadan ansiklopedi okurdum. Bu plansız ve dağınık okumanın getirdiği tesadüfler, o tesadüflere ilgi duymak, peşinden gidip daha derinden öğrenmeye çalışmak bana haz veriyor. Hayatta en mutlu olduğum anlar hiç bilmediğim bir şeyi öğrendiğim anlardır genelde. Buna benzer bir şekilde bir ada öyküsünün peşine düştüğümde hemen hiçbir fikrimin olmadığı denizciliği ve denizcilik kültürünü anlamaya, öğrenmeye başladım.

Ciddi bir denizcilik dili var. Sözcükler bizi bu anlamda atmosfere sokuyor. Bu sözcük bilgisi için özel bir çalışma yaptınız mı?
Önce aklımda bir ada hikâyesi vardı. Ama gaz ve toz bulutu halindeydi. Biraz da böyle boyumu aşan işlere kalkışmayı seviyorum. Zira denizcilik hakkında temel düzeyde bile bilgim yoktu. O zaman diz kırıp biraz bu işi öğreneyim dedim. Okumaya başladım. Sadece edebiyat değil, kuram ve tarih kitaplarına edindim. İlk sayfalardan itibaren büyülenmiş gibi oldum. Bilmediğim, koca bir evren vardı. Uzayda dolaşırken yaşam dolu bir gezegene rastlamak gibiydi bu. Kitaplar yetmeyince makalelere sardım. Yüzlercesini taradım, epey bir okudum. Sonra bu süreçte yavaş yavaş denizci arkadaşlarım oldu. Onların sohbetlerine, teknelerine gitmeye başladım. Ses kayıtları aldım, notlar tuttum. Dalgıç arkadaşlarım beni su altıyla tanıştırdılar. Yelken seyirlerine çıktım. Amatör kaptan ehliyeti aldım. Bu sırada denizci dili etimolojisine de merak saldım. Eski sözlükler edinip terimlerin kökenlerini ve yolculuklarını anlamaya çalıştım. İnternet bu konuda bir derya. Ayrıca tam o günlerde dünyanın en ünlü solo yelken yarışı Vendee Globe koşulmaya başladı. Seksen günden fazla o yarışı izledim. Her sabah yelkencilerin rota, seyir notlarını okudum, videolarını izledim. Benim için müthiş şeylerdi. Derken bir gün başladığım ve yarım bıraktığım ada öyküsü aklıma geldi. Neredeyse bir buçuk yıl geçmişti ve ben onu tamamen unutmuştum. Sonra oturup bir buçuk ayda bu romanı yazdım.

Deli İbrahim Divanı’nda İzmir de bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bir kentin karakterleştirilmesinin nedeni nedir?
Ben Yörük-Türkmen geleneğinden daha doğrusu bu geleneğin hikâye anlatıcılığından köklenip geldim. Bizde sadece canlıların değil taşın, toprağın da ruhu olduğuna inanılır. Dolayısıyla kentler de anlatıların bir karakteri olarak yerini alabilir. İzmirliler derya içre olup deryayı pek bilmeye mahiler oldukları için çok farkında değildirler ama şehirleri nefes alır, güler ve hatta küsüp gider kimi zaman.

Karakterlere baktığımızda DP sonrası ülkedeki siyasi atmosferin değişimini de iyi görüyoruz. Çıkarcılar, para peşine düşenler, doğayı katledenler… Bugünle kıyaslarsak benzerlikler nelerdir?
Benzerlik değil daha çok aynılık var. Sağcılığın kutsal örtüler serip arkasında her türlü fırıldaklığı çevirmek üzere bir tarihselliği vardır bizde. Hemen hiç değişmez. Tabii Köstenceli Deli İbram’ın da dediği gibi sancaklarını elden yere düşürenlerin de hiç kabahati de yok değil bu konuda.
Bir deniz romanı dediysek de tarihsel öğeler de var. Tarihi bir roman diyebilir miyiz?
Ne deriz hiç bilmiyorum açıkçası. Çünkü şu olsun, şöyle yazayım diye düşünmedim. Ben hikâyeciyim. Hiç anlatılmamış ama anlatılmaya değer hikâyeler peşinde dolanıp duran bir yazarım. Buna da edebiyat tarihçileri karar versin artık.

Şiirsel bir dil sizin öykülerinize de yansımıştır. Tabii öykü kısa bir tür. Bir romanda bu şiirsel dilin kullanılması risk taşır mı, okurun olaya kapılmasının önüne geçebilir mi?
Romanda şiirsel bir dil mi kullanmak istedim. Hayır. Ama böyle olmuş olabilir. Öykülerimi şiirsel bir dille mi yazmak istedim? Hayır. Ama zaman zaman böyle öyküler yazmış olabilirim. Bütün bunlar bir risk midir? Evet. Çünkü şiirin kendisi zaten bir risktir ve kendine ona açan metinlere de bu hal bulaşır. Bizim gibi şiiri becermeyen biçare düzyazıcılar bu riskin etrafında dolaşmaktan kendilerini alıkoyamazlar genellikle. Çünkü hayatında eksik olan neyse ona doğru koşar insan.

Öykücülük ile romancılığı kıyaslarsak zorlukları ve avantajları neler?
Bilmiyorum çünkü öykücü ve romancı değil hikâye anlatıcısı olarak görüyorum kendimi. Rahmetli babaannem bunu söz ile yapardı, ben yazı ile yapıyorum. Ama iyi bir hikâyeniz varsa herhangi bir zorluk işlemez size.

Bundan sonra yazın yaşamınızda romanın nasıl bir yeri olacak?
Artık hayırlısı neyse o olsun diyelim…

Çocuk kitaplarında da çok başarılısınız, önümüzdeki dönemde bir çocuk kitabı yazmayı düşünüyor musunuz?
Basılacak olan iki çocuk kitabım var. Bir babaanne öyküleri toplamı ve çocuklar-gençler için bir denizcilik sözlüğü. Tabii teorik olarak basılacak dedim. Memleket ekonomisi izin verirse elime alacağım bu kitapları.