Reklam

Elif Ceren Pehlivan yazdı... Leblebinin İzdüşümü

Elif Ceren Pehlivan yazdı... Leblebinin İzdüşümü
12 Nisan 2022 - 09:36

Elif Ceren Pehlivan

Şu mürdüm rengi çarşaf ne kadardır bu yatağın üstünde, dikişleri atmış yün yorgana geçirilmiş nevresim ne
zamandır böyle? Günlerin kokusu sinmiş, sonra onlarınki gitmiş daha sonrakilerin kokusu örtülmüş. Değiştirmesem Suzan fark etmeyecek. Kalsın böyle. Dünyası başına yıkılmış bir kadın nasıl oluyorsa öyle karalar bağlasın. Kafamı ne yastığa koymak, ne de yataktan kalkmak istiyorum. Yatağın sol tarafından baktığım şeye mi dönüşeceğim, onun
gibi mi olacağım? Mutfak sandalyesine tünemiş oturuyor tam bir aydır. Onun dışında yaptığı tek şey uyumak. Yine
mutfak masası, yine o sandalye. Kendini yeniden aynı dehlize soktu. Leblebileri elinde. Tam sekiz leblebiyi avcuna alıyor
ve ellerini havaya kaldırıp masaya bırakıyor. Leblebiler nereye düştüyse elindeki siyah keçeli kalemle onları çizerek birleştiriyor. Sonra topluyor, yeniden aynı şeyi tekrarlıyor. Buzdolabını açıyorum yine o mide bulandırıcı ekşi koku. Her pazar silmeme rağmen, nasıl oluyor da hortluyor bu koku. Yemek yapmak için kirli tezgâhta kendime yer açıyorum. Ayak uydurmaya çalışıyorum içimden, yine de onu sarsmak istiyorum. Soruyorum, bugün ruh hali fırında levrek mi, lor peynirli makarna mı?
“Sana soruyorum Suzan, hangisini
istersin?”
“Makarna olsun Ali.”
“Tahmin ettiğim gibi. Bugün için iyi
bir seçim.”
Birkaç hafta sonra üzerindeki ölü toprağının kalkacağını bilmesem, aklımda dönüp duran çekip gitme arzusunu bastırmaya çabalamam. Bugün ölü dahi olsa, yarın hangi mevsimse zaman, ona ait bir çiçeği alıp mutfak masasının ortasına yerleştirecek biliyorum. Makarnanın suyunu süzüyorum. Suzan’ın üstünde kırık beyaz bir hırka, hava otuz derece, pencereler kapalı. Ben açıyorum, o kapatıyor.
“Bu sefer çok uzun sürmedi mi
bu melankolik halin Suzan? İlaçlarını
almıyorsun, yürüyüş yap, evden çık,
aynaya bir bak. Böyle nereye varmaya
çalışıyorsun?”
“İçsem ne olacak? Ne kadar da
iyimsersin.”
“İstediğin zaman neşeli, pırıl pırıl bir
kadın olabiliyorsun.”
“Saçma saçma konuşuyorsun. Benim
yaşadıklarımı nerden biliyorsun? Bu
kadar romantik olmak zorunda mısın?
“Ne yaşıyorsun söylesen, sohbet
etsek, belki bir yardımım olabilir.”
“Az önce dediğin mutlu halime
dönmek için bir neden arıyorum. Bir
neden versene bana.”
Bir neden mi? Suzan hangi nedeni verirsem vereyim çamurun içine atacaksın. Bulaşıkları kaldırıyorum. Aklımda düşünceler dönüp duruyor. Benim Suzan, ben! Koynuna girdiğin, elini tuttuğun, dudağımın kenarındaki gülüşü bile sevdiğin adam için bir neden mi arıyorsun. Tabağın üstündeki köpük çoğalıyor da çoğalıyor, beynimdeki kemanların sesi gittikçe yükseliyor. Oturmaktan ezilen sandalyeden kalkamıyor musun yani? Ayakların bana doğru gelemiyor mu? Yedi yıl
mı geçmiş Suzan ilk sohbetimizin üstünden, nasıl entererasan gelmişti iki kişi gibi yaşadığını söylemen. Her ikisini de sevmemiş olsam, ikinizin de saçını okşamamış, ikinizle birlikte ağlamamış olsam, birbirimize saatlerce bakmamış, sonra birden gülmemiş olsak Suzan, durur muydum bu evde? Kuruladığım tabakları rafa kaldırıyorum. O burnunu çeke çeke
sandalyesinde ağlıyor. Arkamı dönmek istemiyorum.
“Güzel bir film açıp izleyelim hadi,
neşen yerine gelsin.”
“Neşem yerine gelsinmiş.”
Bir küfür etmişim misali suratına bir
duvar daha örülüyor. Bu kez çok kalın bir
duvar.
“Kapat şu perdeleri, çıkarken ışığı da
kapat. Çok istiyorsan sen izle.”
Kapıyı kapatıp mutfaktan dışarı çıkıyorum. Seni her düştüğünde kaldırabilecek kadar gücüm var sandım. Bu kez o duvarı yıkmaya mecalim yok. Yıksam da yeniden kalkacak bir hacıyatmazsın. Yollar, yıllar beni bu günlere hazırlamamış Suzan. Duvarın arkasında ne var diye merakla içi içini kemiren bir çocuk değilim işte. Meğer duvar kenarından sessizce yürüyecek
bir adammışım. Çantamı arıyorum. İçine birkaç kitabımı atıyorum. Rafta unutmamak için tuttuğum, Suzan’ın mutlu olan dönemlerinden birkaç fotoğrafını alıp sokak kapısına doğru yöneliyorum. Duraksıyorum, öfkemi, hayal kırıklıklarımı, aşkımı, şefkatimi, direnmeyi, içimde debelenip duran ne varsa ona bırakmam gerektiğini hissediyorum. Kendi acısı ile yoğrulup devasa bir hamur olacağını biliyorum. Mutfağın kapısını hızlıca açıyorum. Suzan hâlâ burnunu çekerek leblebilerin izdüşümünü masaya çiziyor. Kavanozu önünden alıp duvara fırlatıyorum.
Şu mürdüm rengi çarşaf ne kadardır bu yatağın üstünde, dikişleri atmış yün yorgana geçirilmiş nevresim ne
zamandır böyle? Günlerin kokusu sinmiş, sonra onlarınki gitmiş daha sonrakilerin kokusu örtülmüş. Değiştirmesem Suzan fark etmeyecek. Kalsın böyle. Dünyası başına yıkılmış bir kadın nasıl oluyorsa öyle karalar bağlasın. Kafamı ne yastığa koymak, ne de yataktan kalkmak istiyorum. Yatağın sol tarafından baktığım şeye mi dönüşeceğim, onun
gibi mi olacağım? Mutfak sandalyesine tünemiş oturuyor tam bir aydır. Onun dışında yaptığı tek şey uyumak. Yine
mutfak masası, yine o sandalye. Kendini yeniden aynı dehlize soktu. Leblebileri elinde. Tam sekiz leblebiyi avcuna alıyor
ve ellerini havaya kaldırıp masaya bırakıyor. Leblebiler nereye düştüyse elindeki siyah keçeli kalemle onları çizerek birleştiriyor. Sonra topluyor, yeniden aynı şeyi tekrarlıyor. Buzdolabını açıyorum yine o mide bulandırıcı ekşi koku. Her pazar silmeme rağmen, nasıl oluyor da hortluyor bu koku. Yemek yapmak için kirli tezgâhta kendime yer açıyorum. Ayak uydurmaya çalışıyorum içimden, yine de onu sarsmak istiyorum. Soruyorum, bugün ruh hali fırında levrek mi, lor peynirli makarna mı?
“Sana soruyorum Suzan, hangisini
istersin?”
“Makarna olsun Ali.”
“Tahmin ettiğim gibi. Bugün için iyi
bir seçim.”
Birkaç hafta sonra üzerindeki ölü toprağının kalkacağını bilmesem, aklımda dönüp duran çekip gitme arzusunu bastırmaya çabalamam. Bugün ölü dahi olsa, yarın hangi mevsimse zaman, ona ait bir çiçeği alıp mutfak masasının ortasına yerleştirecek biliyorum. Makarnanın suyunu süzüyorum. Suzan’ın üstünde kırık beyaz bir hırka, hava otuz derece, pencereler kapalı. Ben açıyorum, o kapatıyor.
“Bu sefer çok uzun sürmedi mi
bu melankolik halin Suzan? İlaçlarını
almıyorsun, yürüyüş yap, evden çık,
aynaya bir bak. Böyle nereye varmaya
çalışıyorsun?”
“İçsem ne olacak? Ne kadar da
iyimsersin.”
“İstediğin zaman neşeli, pırıl pırıl bir
kadın olabiliyorsun.”
“Saçma saçma konuşuyorsun. Benim
yaşadıklarımı nerden biliyorsun? Bu
kadar romantik olmak zorunda mısın?
“Ne yaşıyorsun söylesen, sohbet
etsek, belki bir yardımım olabilir.”
“Az önce dediğin mutlu halime
dönmek için bir neden arıyorum. Bir
neden versene bana.”
Bir neden mi? Suzan hangi nedeni verirsem vereyim çamurun içine atacaksın. Bulaşıkları kaldırıyorum. Aklımda düşünceler dönüp duruyor. Benim Suzan, ben! Koynuna girdiğin, elini tuttuğun, dudağımın kenarındaki gülüşü bile sevdiğin adam için bir neden mi arıyorsun. Tabağın üstündeki köpük çoğalıyor da çoğalıyor, beynimdeki kemanların sesi gittikçe yükseliyor. Oturmaktan ezilen sandalyeden kalkamıyor musun yani? Ayakların bana doğru gelemiyor mu? Yedi yıl
mı geçmiş Suzan ilk sohbetimizin üstünden, nasıl entererasan gelmişti iki kişi gibi yaşadığını söylemen. Her ikisini de sevmemiş olsam, ikinizin de saçını okşamamış, ikinizle birlikte ağlamamış olsam, birbirimize saatlerce bakmamış, sonra birden gülmemiş olsak Suzan, durur muydum bu evde? Kuruladığım tabakları rafa kaldırıyorum. O burnunu çeke çeke
sandalyesinde ağlıyor. Arkamı dönmek istemiyorum.
“Güzel bir film açıp izleyelim hadi,
neşen yerine gelsin.”
“Neşem yerine gelsinmiş.”
Bir küfür etmişim misali suratına bir
duvar daha örülüyor. Bu kez çok kalın bir
duvar.
“Kapat şu perdeleri, çıkarken ışığı da
kapat. Çok istiyorsan sen izle.”
Kapıyı kapatıp mutfaktan dışarı çıkıyorum. Seni her düştüğünde kaldırabilecek kadar gücüm var sandım. Bu kez o duvarı yıkmaya mecalim yok. Yıksam da yeniden kalkacak bir hacıyatmazsın. Yollar, yıllar beni bu günlere hazırlamamış Suzan. Duvarın arkasında ne var diye merakla içi içini kemiren bir çocuk değilim işte. Meğer duvar kenarından sessizce yürüyecek
bir adammışım. Çantamı arıyorum. İçine birkaç kitabımı atıyorum. Rafta unutmamak için tuttuğum, Suzan’ın mutlu olan dönemlerinden birkaç fotoğrafını alıp sokak kapısına doğru yöneliyorum. Duraksıyorum, öfkemi, hayal kırıklıklarımı, aşkımı, şefkatimi, direnmeyi, içimde debelenip duran ne varsa ona bırakmam gerektiğini hissediyorum. Kendi acısı ile yoğrulup devasa bir hamur olacağını biliyorum. Mutfağın kapısını hızlıca açıyorum. Suzan hâlâ burnunu çekerek leblebilerin izdüşümünü masaya çiziyor. Kavanozu önünden alıp duvara fırlatıyorum.