Reklam

Seyyarede, iki yerde

Seyyarede, iki yerde
19 Nisan 2021 - 13:02
Utku Yıldırım
Semt. Kayıtları var, yaşayanları belli, dükkân, park, elektrik direği, trafo, sokak, cadde sayısı kâğıtlardan okunabilir. Eylem eksiktir, gözlemlenir. Bank boş, gazete okuyan yaşlı kadın sokağa çıkma yasağı yüzünden evine gitmek üzere kalktı, ağır ağır yürümeye başladı. Otur sen. 4 geçti. Martıların çığlıkları. Simit atıyorlar bir yerlerden. Vapur yanaştı, yolcuları indirdi. Dii duut! Dönen turnikenin takırtısı. Basketbol topunu sektiren bir çocuk, arkadaşları. Güneş batıyor, dükkânların ışıkları yandı. Trafik ışıklarının kırmızısı düşüyor yere, yayaların durduğu sıra bir tek o kırmızı gözüküyor, yere yakın. Tepedekinin kırmızısı arabaların camlarına vuruyor, dağılıyor, bir parçası tam karşıdaki adaya ulaşamasa da ada anlamı yakalamış, öyle duruyor. Bangır bangır Megadeth çalıyor, adam bisikletinin gidonuna iki hoparlör yerleştirmiş, sahile gidiyor. 16 geçti. Kadıköy’de de birileri görecek otobüsü, bakışın kime devredileceği. Korsan kitapçı tezgâhı topluyor. Darbukacı ve zurnacı tebelleş, curcuna uzaklaşmadan önce birileri göbek atıyor, birileri para veriyor, kimileri parmaklarıyla kulaklıklarına bastırıyor. Deniz otobüsü yanaştı, denizin karşısından Bostancı’ya kadar taşıdığı havayı bırakıyor kapıları açılır açılmaz. Taşların çizgilerine basarak yürüyenler, basmadan yürüyenler. Adamın biri ışıkların altında bekliyor, kadının biri gelince el ele tutuşup gidiyorlar. 4 geçti, camında güneşin son kırmızısı. Bir iki damla yukarıdan, bankın demirine düşünce çıkardığı sesi çekirdeğin merkezine çekmediği, meteorların yüzeye yakın bir yere dağıttığı metale borçluluk. Topuk sesleri, yere düşen bir çantanın askısı. Basketbol topunu sektiren bir çocuk, arkadaşları, dönüyorlar. Motor yanaşıyor, Karaköy’den buraya 1254 yağmur damlası taşıdı. Adamın teki geldi, izin istedi. Buyurun, oturun tabii. Elinde kitap, Foucault’yu Unutmak. “Hep sonradan?” Güldü, başını salladı.

            Esas metinde gözlemcinin eylemleri sınırlı, düşünceleri seyrek, gözlemci algılama sürecinden ibaret neredeyse. Bir semt bilişsellikle inşa ediliyor, anlatıcının gördüğü kadarıyla dünya o kadar. Bakış sonsuzca, mekân sabit, çizgilerini silkelemek isteyen sınırsızlık. Doğa, yaşam gözlerin önünde, akış. Esas metin: Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi. Ben Bostancı’yı tükettim, Georges Perec’in Paris’inin tüketilme denemesi şehrin kendi gözlemcisi olarak kendini/Perec’i diktiğini gösterdi. Semtin ağıza, parmaklara dönüşmüş personasıdır konuşan, bir semt nasıl konuşursa. Her yapıyı bir harf, her sokağı bir satır olarak düşünürsek. Otobüsler zamanın geçtiğini gösterir, basketbol topu birkaç saniyede bir seker, kıyafetler havayı soğutur veya ısıtır. Edilgenliğin de bir tür yaşamı vardır.
            Başka bir yer, her şey somut bu kez. Zihinde parça parça kurulan kente tarih, deneyim, psikoloji, bir yaşamın taşıyabileceği her şey doluyor. Başlangıçta bir uçak yolculuğu, mezar taşları şehirdeki ölüleri yaşayanlardan daha çokmuş gibi gösteriyor ki bir anlamda öyle, katliamın travması taşları canlandırıyor, şehir ölüleriyle yaşıyor. Kara yolculuğu, taşlara yakından bakış. Binalar kurşunlarla delik deşik, Lefkoşa’nın eski evlerini andırıyorlar mıdır? Ara sokaklarda dolaşırken kurşun deliklerine denk gelir insan, kurşunların çıktığı silahları, tetiği çeken parmakları, aynı parmakları emen ağızları düşünür, doğuma kadar geri gider. Bir bebekten katil yaratan karanlıklar ürpertir, deliklerden sızarlar ama barışın ışığında yayılamazlar, silahlar uzun süredir patlamamaktadır şehirde. Mahalleler ayrılmıştır bir, milliyetlerden mürekkep meskenler aynıları aynı yere doldurmuştur ama başka aynılıkları da acı bir şekilde yok etmiştir. Ne acı.
            Anlatıcı köprüye gelir, not defterine “Buraya gelmeyen yaşamamıştır” yazar, Mostari olur. Köprü nöbetçisi, kent gözlemcisi, nehrin yanında bir taş. Önündeki oyuğa defterini koyar, notlar almaya başlar.
Turistler. Bazıları merdivenleri hızlı hızlı çıkıyor, bazıları tökezliyor, Japonlar fotoğraf çekiyorlar durmadan, Türkler bağır çağır, Amerikalılar keza. Kaç ülkeden insan gelip geçer oradan, anlatıcı/gözlemci kısa notlarını aldığı defterleri yavaş yavaş bitirir, tükenmez kalemlerinin yerine yenilerini bulur, defterleri oranın yerlilerinden, yeni tanıştığı bir arkadaşından alır, her gün yazar. Telefonla konuşurken bağıranlar, kavga edenler, barlardan gelen gürültüler birbirine karışır. Şehrin sessizliğinden kopukluk mudur bu? Evliya Çelebi köprüyü, suyu ve binaları anlatırken duyduğu sesleri yankır adeta, canlılıkla anlattığı sahnelerde suya atlayanlara verdiği yerle anlatıcının günceline köprü kurulur zira mevsim sonbahar olmasına rağmen üzerine bir şişe suyu döken aşağı bırakır kendini, suyun sesi değişir, alkışlara karışır. En ünlü atlayıcı efsane olarak anılır, adını oralı herkes bilir. Katliam sırasında öldürülmüştür çünkü, geriye fotoğraflarından başka bir şey kalmamıştır. En yaşlı atlayıcı anımsarsa anımsar, yetmişlerindeki adam kendi sesini duyurur.
Şehrin tarihi oldukça gerilere gider, anlatıcı zaman zaman kütüphaneye giderek araştırmalar yapar ve kendi tarihçesiyle şehrinkini birleştirmeye çalışır. Köprünün iki tarafına gidip gelir, top atışıyla yıkılıp tekrar inşa edilmiş olması köprünün büyüsünden bir şey götürmemiştir, büyünün ortasında gezinmektedir anlatıcı. Ayrılıncaya kadar gözlemlerini kaydeder. Mostari – Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü böyle çıkar ortaya, Gündüz Vassaf’ın görevi sona erince.