Anıların ışığında edebiyatta karakter ve mekân ilişkisi

Utku Yıldırım
Dünyayı peşlerinde götürmeye çalışan karakterler daimî bir sürgünlüğü yaşıyorlar, nereye giderlerse gitsinler yıllar öncesinin insanları, denizi, göğü ceplerinde, yeni mekânlara eski yaşamlarını saçarak benliklerini koruyorlar bir anlamda. Kim olduklarını unutmamak için şimdinin deneyimlerini geçmiştekilerle denklemek zorundalar. Kahramanın bitmeyen yolculuğundaki güzergâh bir noktada evden geçer ama ev neresidir, kahraman yolculuk boyunca farklı evler mi bulur yoksa Görünmeyen Kentler’deki gibi tek bir evi, kenti çeşitler mi? Norman Manea’nın Holigan’ın Dönüşü adlı romanı bu meseleye yakından bakmamızı sağlıyor.
Romanya göçmeni bir adamın aldığı çağrıyla birlikte Romanya’ya dönüşü geçmişe doğru bir yolculuğa çıkmasına neden olur. Karakter ABD’de yaşamaktadır, ülkesinden aldığı çağrıya kulak verip yola çıkarken aklında yeni bir romana dair fikirler doğar belki, belki de okuduğumuz metin karakterin/yazarın zihninde beliren anlatıdır, kim bilir? Sovyetler Birliği dağılmadan önceki Romanya’nın anlatısında karakterin çocukluğundan itibaren biriktirdiği anılar sökün eder. Yıllar sonra evine dönmek üzere yola çıksa da evi aklındadır, aklına kazınmıştır, aslında bambaşka bir yere, hiç bilmediği bir ülkeye gider. Romanya değişmiştir. Manea’nın yaşamıdır bu aslında, kendini karakterize ettiği otobiyografik romanında kaybolan bir ülkenin, çocukluğun, yaşamın izini sürmeye çalışır, ömrü boyunca tuttuğu yası eve dönüştürdüğü koca bir ülkenin anılarıyla kurar.
Flaneur hikâyeleri göç olgusuna farklı bir bakış açısı kazandırır, geçmişin etkisini hissettirse de boğmadığı karakterlerin avuntuları, buruk sevinçleri ön plandadır. İncir Ağacının Ölümü’nde yeni evlerinde huzur bulan karakterlerin anılara yaptığı yolculukları anlatır Robert Sabathier, Paris’teki ara sokaklardan birinde yaşayan birkaç insan hatıralarını birbirlerine anlatarak gurbetliğin acısını dindirmeye çalışırlar. Aralarında İspanya İç Savaşı’nda bilfiil savaşarak Franco’nun zulmünden kaçıp Paris’e sığınanı da vardır, Hitler zamanında canını zor kurtararak korkunç şartlarda yaşamak zorunda kalanı da, her şey hikâyeleşir ve acılar bir noktada kesişerek karakterleri yakınlaştırır. Stavro’nun, anlatının esas karakterinin büyük yıkımlardan kurtulmuşluğu yoktur, o sadece Yunanistan’daki gençlik günlerini, Odessa’da balıkçılık yaptığı zaman edindiği dostlarını hatırlar, birkaç ülke gezdikten sonra geldiği Paris’te aylaklığını sürdürmekten başka bir şey düşünmez. Belki de bu yüzden diğer karakterler bazı şeylerin anlatılamayacağını düşünüp suskunlaşırlar bir yerden sonra, sohbetlerini Stavro yönlendirir çünkü onun dili sadece anlatılacak hikâyelerin dilidir, şahit olunan dehşetin değil. Nihayetinde sokak onların evidir, Paris’in rengârenk ortamı travmatik anılarından bir nebze de olsa kurtulmalarını sağlar.
Evin yok edilmesinin bir veçhesi de vahşi kapitalizmin yol açtığı yıkımlar olsa gerek. Madenler için yok edilen doğal alanlar, rant uğruna yangınla kül edilip imara açılan ormanlar, sular altında bırakılan antik şehirler akla gelen ilk örnekler. Annika Scheffel’in Her Şey Kaybolmadan Önce adlı romanı bu talanın Avrupa’da yaşanan bir örneğini gözler önüne seriyor, yüzlerce yıldır kendi halinde yaşayan insanların doğanın kalbindeki kasabaları bir gün yok olacak, takım elbise giymiş iki adamın söylediği bu. İnşa edilen barajın kapakları açıldığında bütün kasaba sular altında kalacak, ahalinin taşınmak için altı ayı var. Üzülmeye gerek yok, yakınlarda inşa edilen yeni evler oldukça uygun bir fiyatla satılıyor, üstelik barajın kenarına inşa edilecek tesiste yemeklerini eşsiz bir manzara eşliğinde yiyebilirler. Kapıların üzerindeki çizgilere ne olacak peki, çok sevdiği çocuğunun uzayan boyunu kapıdaki çiziklerle yıldan yıla kaydeden baba bunu düşünüyor. Kasabanın çocukları oyun oynadıkları alanları düşünüyorlar, dallarına çıktıkları ağaç, evler, bisikletle dolandıkları kırlar, her şey sular altında kalacak. Protestolar düzenlense de sermayenin söz dinlemeye niyeti yok, planlar çoktan yapılmış, her şey kaybolacak. Kasabalılar için travma, evleri artık tekinsiz bir mekân, aidiyet hissi kaybolduktan sonra kanepelerine uzanıp kitaplarını keyifle okuyamıyorlar, çiçeklerle uğraşmalarına gerek yok çünkü hepsi ölecek, huzur kaybolduktan sonra altı ay geçmek bilmediği için kimi önceden taşınıyorsa da pek çoğu kasabada kalmaya devam ediyor, atalarının inşa ettiği tarih silinip gitmeden önce son günlerini olabildiğince fazla anıyı göz önüne getirmekle geçiriyorlar. Bir nevi teselli, her şey kaybolmadan önce ne kadarını geleceğe taşıyabilseler kâr.
İnsanın yeni bir mekâna üç haftada alışabildiği söylenir, o mekânı yitirmeye alışmanın süresiyse bir ömür. Proust iyi bir kitabı okuduğu mekânları bütün detaylarıyla hatırlayabildiğini söyler, her insanda farklı kodlama biçimleri varsa kitabın yerini başka şeyler alabilir: dallar, ağaçlar, duvardaki bir çatlak, aşk acısı, sevgi dolu akrabalar, yaşam.

Kurmaca ile uydurma arasında gidip gelmek

Latin Amerika nehirlerinde yolculuk


 

anılar edebiyat tarih edebiyattarihi