Reklam

ÖYKÜ/Pınar Aydoğdu yazdı... Yeşil murattır

ÖYKÜ/Pınar Aydoğdu yazdı... Yeşil murattır
23 Mart 2021 - 16:18
Hikmet Bey, elindeki gazeteyi fırlatıp mutfaktaki şangırtı sesine koştu. Donup kalmıştı yine Muazzez Hanım. Sabah kahvesini yaparken. Çilli elleri kontrolsüzce titremeye başlamıştı. Kasılan bedenini ağır ağır sola çevirince mutfağa giren telaşlı kocasının gözleriyle buluştu bakışları. Taze kahve kokusunun huzurunu bastıran bu endişeli yüz Hikmet Bey’in yüreğini burktu bir an. Yaşlı adam, başını hafifçe eğince, yaldızlı parçaların beyaz parkelerde birer yıldız gibi parladığını fark etti. Mutfağın küçük penceresinden sızan cılız güneş ışınları, fincandan arta kalan kırıkları geometrik desenlerle yeni parçalara ayırmış, fincanın yitikliğini pekiştirmişti. Muazzez Hanım’ın sağ ayağının az ötesinde kafası kopmuş bir geyik parçası duruyordu. Ağlamak istiyordu Muazzez Hanım. Fakat beyni bu isteğine yanıt vermiyordu. Tezgâhın üstünde eşini yitirmiş geyikli fincan mahzun, onun yerine gözyaşı döküyordu âdeta. Hikmet Bey, bir çocuk gibi teselli etmeye çalıştı karısını. Ağlamak isteyip de yaşların yanaklarından dökülemediğini karısının solgun pembe dudaklarının hafifçe büzüşmesinden anlamıştı. ‘‘Alırız yahu yenisini. Bir fincan için ağlanır mı,’’ derken biliyor ki bu fincana ağlanırdı. 

Murat’ın liseden mezun olduğu yazdı. ‘‘Baba,’’ dedi Murat bir akşam, ‘‘Ben bu tatilde çalışmak istiyorum.’’ Gazetesini hafifçe indirip, gözlüğünün üstünden baktı oğluna Hikmet Bey. ‘‘Üniversite açılmadan dinlen oğlum. Sonra yine koşturup duracaksın.’’ Böyle söylemişti ya, oğlunun bu düşüncesiyle de gurur duymuştu. Annesinden aldığı çakır gözleri umut parlıyordu. Muazzez Hanım, yıllarca bekleyip kucağına aldığı Murat’ının yorulmasına gönlü razı gelmese de Hikmet Bey söz vermişti oğluna hafif bir iş bulacağına. Hemşehrisi İsa Bey’in Aksaray yer altı çarşısındaki konfeksiyon dükkânı için tezgâhtar aradığını biliyordu. Murat, yeni kumaşların yoğun kokusuyla dolmuş bu rutubetli mağazada işe başladı. İlk haftalığını aldığı gün, sattığı ithal ürünlerle gözleri kamaştıran züccaciyecinin renkli vitrininin önünden geçerken hep gözüne takılan, kenarları altın yaldızlarla kaplı kızıl geyikli kahve fincanı çiftini, annesine ve babasına hediye almıştı. 

‘‘Ah, Muazzez Hanım, ah!’’ diye tatlı sert bir sesle söylendi Hikmet Bey. ‘‘Yine almadın ilaçlarını, değil mi?’’ Soluk soluğa oturdu Muazzez Hanım kocasının kollarından kurtulup. Fiskos masasının sağ tarafındaki tekli koltuğa. Sol taraftaki Hikmet Bey’in. Dudakları kıpırdayamıyordu, dili dönmüyordu ağzının içinde. ‘‘O zehirleri içmek istemiyorum’’ diyecekti. Diyemiyordu. Bütün bedeni bir dansöz gibi kıvrak hareketler yapıyordu. Ancak bu bir yaşam mücadelesi dansıydı Muazzez Hanım için. Zorlanarak sağ elini fiskos masasına uzattı. Nemli gözlerini dantelli örtünün üstünden aldığı sert peçeteye silmeye çalıştı. Titremesi şiddetlenen sağ el, Muazzez Hanım’ın gözlerine isabet etmekte güçlük çekiyordu. Eline sinen kahve kokusundan medet umuyordu sanki. Ona fincanı geri getirecekmiş gibi avuç içini burnuna daha çok yaklaştırmak istedi. Pek başarılı olamadı. O sırada bir an yok olan Hikmet Bey, elinde bir bardak su envaiçeşit renkte bir hap yığınıyla tekrar beliriverdi. Gökkuşağını avucunun içinde saklıyor gibiydi. Kuşakları karısına uzattı teker teker. Karısının kulaklarındaki zümrüt küpeler gözlerine ilişiverdi.   

En son Murat’ın mezuniyet töreninde takmıştı bu küpeleri.  Gün gün, saat saat sayıyorlar ya bu töreni, Haziran’da da bardaktan boşanırcasına yağmur yağabileceğini kimse hesaba katmıyor. Herkes mezunları alkışlarken, bastıran yağmurdan evhamlanan Muazzez Hanım ‘‘Eyvah! Üşütecek şimdi,’’ deyiveriyor. Hikmet Bey gözlerini devirerek gülümsüyor karısına. ‘‘Yahu, hanım, oğlun doktor oldu bugün, doktor!’’ diye ünlüyor. ‘‘Niye, doktorlar hasta olmuyor mu!’’ diye çıkışıyor Muazzez Hanım kocasına. Çakır gözleri gökle beraber şimşek çakıyor. Hikmet Bey ise doktorlara hiçbir şey olmaz sanıyor. Gülümsemeye devam ediyor. 

Hikmet Bey, kahve pişirirken oğlunu askere uğurlayışını anımsadı. O askerdeyken Muazzez Hanım’la el ele tutuşup izledikleri haberleri. Her haberin sonunda derin bir göğüs geçirdiklerini. Kendi evlatlarının adı geçmedi diye sevinemediklerini genç şehit yüzler ekrandan kayıp giderken. Sonra hiç ummadıkları bir anda kapının acı acı vuruluşunu. Bunu unutmak istiyor Hikmet Bey. Ama en çok bu ânı canlı tutuyor zihni. Acının da soyut bir kavram olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünebileceğini o gün öğreniyor Hikmet Bey. Altmışından sonra. Üniformalı bir adam, oğlunun feri yitmiş künyesini eline tutuşturuveriyor. Alelade bir eşya gibi. Zaman mefhumu üstüne sık sık kafa yoruyor. Ne demişti doktor Muazzez Hanım’ı ameliyat edecekken. ‘‘Biz saati geri alıyoruz Muazzez Hanım’ın beyninde.’’ İşte saat koşmaya başladı yine. İkinci ameliyata da razı gelmiyor. ‘‘Beynimi pillere emanet edemem,’’ deyip kestirip atıyor. Belki Muazzez Hanım da kendisi gibi Murat’ın anılarının silineceğinden korkuyor. Zamanın mesafeleri uzattığına inanıyor yaşlı adam. Sevdiklerinin yüzünü silikleştiren, gençliğini solduran zaman. Yaşlılığı en çok bundan sevmiyor. Oğlunun yüzünü unutmamak için sık sık fotoğraflarına bakıyor. Asteğmen Murat gülüyor bazen o dondurulmuş anda. Bazen de ağzında emzik, elinde bir odun parçası taşırken sabitleniyor akreple yelkovan. Beyaz önlüğüyle doktor Murat beliriveriyor başka bir boyutta. Neşeli gözlerinin parlaklığı ışık hızıyla şimdiki zamana taşıp Hikmet Bey’in şefkatli kucağında hayalî bir bebek oluyor. O hayali, fincanlara doldurup Muazzez Hanım’a götürüyor. 

Bir tek Murat biliyor. Otuz dakikası var, tam otuz dakika. ‘‘Asker, asker!’ diye bağırmaya çalışıyor ama sesi çıkıyor mu emin değil. Az ötede sağ bacağını görüyor. ‘‘Otuz dakikada,’’ diyebiliyor güçlükle. ‘‘Müdahale edilmezse ölürüm.’’ Başındaki asker anlamıyor dediklerini. ‘‘Komutanım,’’ diyor telaşla. ‘‘Dayanın.’’ Murat bir geyik görüyor az ötede. Çift boynuzlu. Annesinin eli beliriyor gözünün önünde birden. Mezuniyet töreninde giyeceği elbiseyi dikiyor. Turkuaz. ‘‘Yeşil giy, muradın olur’’ diyor annesi gülümseyerek. ‘‘Bir kızla buluşmaya gittiğimi biliyor mu? Daha ciddi bir şey yok. Dikiş makinesinin sesi parazit yapıyor. Asker telsizle yardım çağırıyor herhalde.’’ Geyik yaklaşıyor. Bir elinden annesi diğerinden babası tutuyor Murat’ın. Çift boynuzlu kızıl geyik onlara kahve pişiriyor. Ateşte. Çok şükür diyor Muazzez Hanım. Gülümsüyor Hikmet Bey. ‘‘Şehitler ölmez, oğlum’’ diyor. ‘‘Kahvemizi içelim, öyle gideyim’’ diyor Murat. ‘‘Sadece iki fincanımız var’’ diye uyarıyor onları geyik. Çakır gözlerini bir hüzme kamaştırıyor. Bir jipin motor sesi zamanı yarıyor. Otuz dakikadan artakalanı artık bilmiyor. Bir silah sesi geliyor derinlerden. Geyik şaşkın olduğu yerde kalakalıyor önce. Sonra burnunu dolunaya uzatıp bir kurt gibi uluyor. ‘‘Kurt uluması iyi değildir, der annem.’’  Bir silah sesi daha. Geyik yere devriliyor. Gafil avlanmış. Zamana. Göz kapakları ağırlaşıyor. Sonsuz ama sınırlı bir boyuta bedenini acele etmeden teslim ediyor. Dağların ince kardan duvağı gecenin karanlığında kızıla boyanıyor.  

Hikmet Bey, züccaciye dükkânına uğradı ikindiüstü. Kasada duran genç kıza tarif etti geyikli fincanları. ‘‘Şiir gibi tarif ettin amcacığım fincanı,’ dedi kızıl saçlı kız.  ‘‘Tarif ettiğiniz gibi bir fincanımız yok. Ama bakın şunlar yeni geldi. Çok satıyor.’’ Yarısı yeşil, yarısı gri fincanı elinde yuvarlatarak çevirdi kız. Çimen yeşiline çalan geniş tabağına yerleştirdi sonra. ‘‘Hem yeşil murattır,’’ dedi aniden kız gülümseyerek. Gamzeleri fırladı sağlıklı yüzünden. Hikmet Bey, yanındaki sandalyeye çöküp yüzünü kapattı mavi damarlı elleriyle. Çocuk gibi katılarak ağlamaya başladı.