Yeniçerinin Hezeyanı Yahut sakın konuşma(*)

Esra Kahya

Miskinler Tekkesi’ne geleli bilmem kaç kere yıl döndü. Biri diğerinden bin beter sayısız gün dönümü hasarlı gözlerimin arasında eriyip gitti.Yeniçeri ocağının gusülhanesinde o melun
lekeyi gördüğüm günden bu yana çektiğim ıstırap bedenimden ziyade ruhumda onulmaz ve dönülmez yaralar açtı ki bedelini ne ile ödeyeceğimi daha hekimbaşı söylemeden evvel bildim ben. Bu keskin ve dahi çirkin acı bir tek şeyin habercisi olabilirdi, ölümün…
Bittabi Yeniçeri Şahin ölümden korkmazdı, ölümün tedrisinden, cesaretin imbiğinden geçmişti lakin cerahat içinde ölmek; acı içinde kıvranmak, hepsinden daha kötü ve bedbahtı da tecrite mahkûm olmak kalbime ziyadesiyle ağır geldi. Gusülhanenin orta yerindeki taşlığa çöküp kaldım. Ağlıyor muydum? Yok hayır. Bunu yapabilecek denli insan olmayı diledim o an ama yeniçeri ağası kol gezerken yapabileceğim tek şey ayağımı sıkan yemenilere aldırmadan hekimbaşına varmaktı. Hâl bu iken müsaade istedim ağadan. “Sapasağlam adamsın Macaroğlu, seferden kaytarmaya sebep aranma, eğleşmeden gel!” buyurdu. Başım üstüne diyerek dışarı çıkarken yakarışım Tanrı’ya idi. Ağa’nın dediği
gibi sapasağlam adam olmayı diledim. Sonuna da ekledim: şayet bedenimi kötü
hastalıkla cezalandırmazsa ona hiç isyan etmeyecektim. Hatta evimi bile özlemeyecektim.
En çok annemi unutacaktım…
Hekimbaşı Ahi Çelebi’nin kapısına vardığımda içim Tanrı ile sözleşmeye devam
etmekteyken dışım boş gözlerle hekime bakıyordu. Manasız bakışlarıma anlam veremeyen Ahi Çelebi dayanamayıp meramın nedir, diye sordu. Konuşmak yerine dolamamın ucunu açıp içliğimi yukarı sıyırarak göğsümdeki kahverengi cerahati gösterdim. Konuşmanın yersiz olduğu anlarda susmayı belletti hayat. Sustum. Ahi Çelebi eğilip yarama baktı. Tövbeler olsun, diyerek geri çekildi. “Alın bu oğlanı doğruca Miskinler Tekkesi ’ne kapatın.
Aman dokunmayın koluna buduna, önünüze katın götürün. Mümkün mertebe tenhadan ilerleyin, at-eşek elzem değildir, yürüyerek gidilsin. Yatağını yorganını da iç oğlanlara verin yaksınlar.” dediğinde de sustum. Uzun bir süre…
Yaramı uzaktan görüp acımanın ötesinde yüreğimi yakan bir tiksintiyle bana bakan iki yeniçerinin gözü önünde içliğimi indirdim, dolamamı kuşandım, yatağanımı ağaya verilmek üzere Hekimbaşı’na teslim ederek evvelce çok kereler önünden geçtiğim Miskinler Tekkesi’ne götürülmek üzere yola düştüm. İçim Tanrı’ya kızıyordu. Bari diyordu, Macar ilinden hatıra bir taş koysaydın cebime. Sen istedin diye ben geldim Osmanlı toprağına. Ne demeye beni cüzzam ettin?
Sonra pek hadsiz buldum kendi kendimi. Tanrı’yı kızdırdım sandım. Af diledim. Kuru kuru iki kelime ile ikna olmaz diye hemen peşi sıra ekledim. “Cüzzam ettin kabulümdür. Hadi şimdi şifala beni. Bunu yaparsan söz veriyorum Macar ilini unutacağım. En çok da annemi. And içerim ki sen beni iyileştirirsen bir daha katiyen anı kazanını karıştırmayacağım” Tanrıyla
takasımda hep zihnimdekilerden vadettim çünkü elimde avucumda hiçbir şey yoktu. Ve zihnim yanlış bir hikayedeki her kahraman kadar doluydu, esas hikayeyle.
Ben KarsaBogdani. Macar topraklarında Kekes Tepesi’ni tam karşıdan gören bir köyde doğdum. Güzelce bir kadın ile soyluca bir adamın beş kız ertesi dünyaya gelen kıymetli oğluyum. Yedi yaşıma kadar orada, Kekes’in masmavi zirvesinin kıyısında yeşillikler arasında mutlu bir ömür sürdüm. Sonra Mila’nın ağlayarak uyandığı bir günün akşamı atlılar geldi köye. Yüzlerce nal sesi evin camlarından içeri dolduğunda Panni ile annemin dizinin dibinde oturmuş taşlardan kule yapıyorduk. Ocağın üstünde dumanı tüten gulaşın kokusu tüm evi sarmıştı. Babam kokudaki huzuru eliyle itip kapıya koştu, korkmuştu. Annem altı yavrusunu da kollarının altına gizledi. Kolları uzadı, uzadı ve hepimizi sardı. En çok da beni… “Mila, eteğini Karsa’ya ver hemen!” dedi annem. Mila eteğini çıkardı, ivedilikle bana
giydirdi. İç astarıyla kalıp da üşüdüğünden midir yoksa korkudan mı bilmem, bacakları
zangır zangır titriyordu. Sonra Panni fırfırlı yeleğini çıkarıp kollarımdan geçirdi, saçlarımı dağıttı eliyle. “Sen kızsın anladın mı?” dedi. Sana soru sorsalar da sakın konuşma, sadece başını salla…
Sadece başımı salladım. Babam kapıyı açtığında da ben başımı sallıyordum. Ben hâlâ sebepsiz ve kontrolsüzce başımı sallarım. Başım benim değilmiş gibi. Başımı yıllar evvel orada, Panni’nin ellerinin altında unuttum ben. Sonradan gelen bu baş da yerine oturmadı, hep sallandı…
Askerler çamurlu yemenilerle tertemiz evimize daldıklarında annem ve kızlar korkudan ağlıyor, birbirlerine sokuldukça küçülüyordu. Küçüldükçe hiç çıkmamak üzere belleğime saklandılar.Asker bir sıçan kadardı, Mila bile ondan daha korkutucu olabilirdi. Konuştu küçük asker. Kendinden büyük cümleler kurdu. “Ağlama kadın, erkek çocuk arıyoruz. Çekil bakalım kenara. Hepsi kız mı bunların?” diye sordu. Annem kız dedi, yüce Tanrı’ya yemin ederim ki hepsi kız. Bakınız etekleri var, hepsi birbirine nasıl da benziyor. Değil mi kızlar,
diye sorduğunda kızlar ivedilikle başlarını salladı. Hiçbirimiz konuşmuyorduk, ne kadar susarsak o kadar kız olacaktım sanki.Hepimiz titriyorduk ama en çok ben
susuyordum. Biteviye
Asker, etekliğimin altındaki kaşmir paçaları görünce öyle mi, dedi. Demek hepsi kız? Gel bakalım ufaklık.” diyerek omzumdan tuttuğu gibi önüne çekti beni. Üzerimdeki eteği çekip çıkardı, pantolonumu indirdi. O gördüğü manzara karşısında mutlu olurken ben yıllar boyu katlanarak çoğalacak bir utancın ilk nişanını yüzüme iliştirmiştim. Sağ gözde seğirme. Sallanan başın sağ yanında sürekli seğiren bir göz...
Asker beni kollarının altına aldı. Yedi yaşımdaydım. Mutlu bir çocuktum. Yemek pişene kadar taştan kule yapıyordum. Sonra atlılar geldi, orama baktı, ağlamayın dedi annemle babama. Kardeşlerim daha çok ağlamaya başladı. Atın üzerinde karanlığın içine doğru yola çıktığımızda Kekes’in mavi başına son kez baktığımı biliyordum; at sarsıla sarsıla giderken ardımda yedi farklı ses “Karsa” diye haykırıyor, kulağımda tek ses oluyordu. Şahin! Çünkü Karsa Osmanlı ilinde şahin demekti; ben devşirme Karsa bundan gayrı Şahin idim.
Miskinler Tekkesi ’nin önünde durduk. Yanımdakiler bir an evvel bu gudubet yerden uzaklaşmak için gözcü dedeye teslim etti beni. “Ağır cüzzam başlamıştır, koğuşunu ağır hastalara bir katasınız. Hekimbaşı’nın emridir.” dediler. Arkalarına bile bakmadan gittiler. Gözcü dede tekkenin kapıcı başı idi. Sadaka taşında biriken paraları toplar, tekkedeki hastalara verirdi. Onlar da hepsini üleşir, herkes payına razı gelirdi. Ben bu paralardan hiç almadım. Bedenim paralanırken paraya ihtiyaç duymadım. Tekkede işlerin nasıl yürüdüğünü çok sonradan öğrendim. Yaşayarak, acı çekerek, acıdan inleyerek ve gün geçtikçe çirkinleşerek. O gün kafamı kaldırıp bakmadım bile kapıdaki adamın yüzüne. Gel dedi. Gittim. Onun ayaklarına baktım, onlar nereye giderse oraya gittim. İç bahçede durdum. Sallanan başımı korkuyla kaldırdım yerden. Yeni evimi gördüm.
Tekke ahşap revaklı, camları iç bahçeye bakan, dört tarafı çevrili küçük bir külliye gibiydi. İç bahçedeki kubbeli kapı cüzzamlıları dışardan ayırmış, kendi içlerine hapsetmişti. Burada ölün lanetliler, kimseye dokunmasın oyulmuş elleriniz ve dahi kimse bakmasın o çirkin yüzünüze dercesine bir tecrit. Böyle dediğimi duyan Tanrı kızdı yine. Ne vakit buna benzer lakırdasam aman oğlum, derdi. Sultan bu dediklerini duysa gücenir. Ondan mütevellit mi yaptırdı sanki tekkeyi, şifa bulun, tenhaya çekilin de cerahatinizden utanç duymayın diye yaptırmadı mı? Böyle konuşup da beni de Sultanı da üzmeyesin, derdi. Susardım. Aman Tanrı üzülmesindi. Hem az konuşurdum ben zaten.
Ama o ilk gün bir şey oldu. Zihnim an ile arasındaki perdeyi indirdi. Yedi yaşıma geri döndü. Üzerimde Mila’nın etekliği vardı ve altından pantolonum görünüyordu. Dede’nin verdiği o keçe takkeyi kafama geçirdikten sonra yeniçerilikten deliliğe varan bir yolun başında buldum kendimi. İzahı mümkün olsa da buna hiç girişmedim. Bu işin sonu bimarhane deseler de kimseye bir şey anlatmadım. Çünkü cüzzam bedenimi kemirmeye en içerden,
zihnimden başlamıştı ve annem kimseye bir şey anlatma demişti. Hele anılarımızı hiç. Onlar bakirdir. Sadece başını salla… Başımı salladım.
Dede’nin önüne düştüm. Geçmiş olsun oğul, tefekkür et dedi. Ettim. Elime üç parça verip beni odalardan birinin kapısında bıraktı. Bir katır yemeni, bir şalvar, bir de abadan elbiseyi odanın en uzak köşesinde utana sıkıla giydim. İçerdeki ölüm kokusu midemi kaldırdı, yaklaşık on çift göz bana bakarken kusmayı gururuma yediremedim. Bazı gözleri gördüm. Yuvaları boştu. Bazı yüzlere baktım. Yanakları oyuktu. Bazı ellere dokundum. Parmakları çürüktü. Ve bazı ayakları ayaklanmış üzerime gelmekte idi. Olduğum yere çöktüm.  Elimdeki keçe takkeyi kafama geçirdim. Dizlerimi yüzüme çektim. Göğsümün üzerindeki yara sızladı. Sallanan kafam hızlandı. Cüzzamlı eller bana doğru yaklaşırken takke kafamdan düştü. Gördüm yerdelerdi. Bir yığın taş takkenin içinden yere doğru savruldu. Panni geldi sonra, taşları toplayıp kule yapmaya başladı. Başım daha da hızlandı, bedenim sarsıldı. Cüzzamlılar, yaralı eller, çürük et kokusu yaklaştı. Panni bir taş aldı yerden, bana verdi. Al, kafalarına at dedi. Gulaş pişti, herkes seni bekliyor, acele et...
Yerden görünmeyen taşları alıp çirkin cüzzamlılara doğru fırlattım. Takatim tükenene kadar yaptım bunu. Defolun buradan, diye haykırmak istedim ama elinde gulaşla bekleyen annem asla dedi. Sakın konuşma. Yerdeki taşlar bitince etrafımı saran ucubeler de dağıldı. Herkes
kendi döşeğinin üzerinde acıdan inlemeye başladı. Biri bir yudum su istedi. Diğeri zerdeçallı pilav. Yetmişini geçkince bir adam karşımda durup abasını çıkardı. Bütün vücudu irinli yaralarla kaplıydı. Sen de böyle olacaksın yeniçeri, dedi. Yerden bir taş daha alıp kafasına fırlattım. Kahkahalar içinde yere yığıldı. Beni öldürdün asker, dedi ve daha çok güldü. Annem beni kollarının arasına aldı. Kolları uzadı annemin. Beni sardı, sardı. Odanın içi mis gibi gulaş kokuyordu. Sonra nal sesleri geldi kulağıma. Askerler dedi cüzzamlılardan biri. Sefere gidiyorlar…
Doğru ya Kosova’ya sefere gidilecekti o gün. Sabah gusülhanede o melun yarayı görmeseydim, ben de şimdi at sırtında, nal sesleri ile…
Olsun, dedi annem. Gitseydin seni göremezdim. Bak şimdi yanındayım. Askerler uzaklaşıyor, nal sesleri de azaldı bak. Bu sefer seni almalarına izin vermeyeceğim. Bu sefer seni asla bırakmayacağım. Eteğini düzelt. Sakın konuşma. Sadece…
Orada, o köşedeki döşeğin üzerinde bilmem kaç kere yıl döndü. Biri diğerinden bin beter sayısız gün dönümü hasarlı gözlerimin arasında eriyip gitti. Hekimbaşı yanıma gelip konuştu. Duydum ama dinlemedim. Bimarhane’ye kapatmak elzem gelecek, dedi. Kılımı kıpırdatmadım. Ayağa kalkarsam etekliğimin altından paçalarımı görüverecekler diye anneme sarılıp yattım. Pisliğin, acının, yaraların içinde hep yedi yaşımdaydım. Artık odanın içi gulaş değil, ölüm kokuyordu. Başımı salladım.

*Esra Kahya’nın yukarıda okuduğunuz öyküsü
2021 Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda
İkincilik ödülünü almıştır.

esrakahya yeniçeri öykü deneme seyhanlivaneli