Şair Hilal Durdaşoğlu: Sanatın iyileştirici gücüne inanıyorum

Şair Hilal Durdaşoğlu ile Şiir Gibi Özgür kitabı ve edebiyat hakkında konuştuk.

Sevil İnce

Hilal Durdaşoğlu Şiir Gibi Özgür kitabıyla özgürlüğe kapı aralayan şiirlerini okurlarıyla buluşturdu. Siyah Beyaz yayınlarından çıkan kitapla ilgili olarak biz de  kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.

Şiire başlama ve şiirle tanışma yolcuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?
Okuma yazmayı öğrendiğimde ilk yaptığım şey sevdiğim insanlara mektup yazmak oldu. İlk mektubumu anneannem ve dedeme yazmıştım. Hala çok net hatırlıyorum yazdıklarımı ve hala çok severim mektupları. Konuşmak gibi, nefes almak gibi, yazmak da hayatımın içinde, olağan, olması gereken bir eylem gibiydi hep. İçini, ruhunu, kalbini yazarak somutlaştırmaya çalışan biriyim galiba ben.
Şiir; kendine veya başkalarına ait, hayata dair çokça farklı duyguyu aynı anda barındırabiliyor vücudunda. Yapısı gereği, bazen bir şiiri farklı zamanlarda okuduğunuzda zihninizde farklı bir görü oluşuyor. Okuduğum ilk şiirler, annemin not defterine yazdığı, benim de henüz çocukken üzerlerine gülen çiçekler ve güneşler çizerek karaladığım şiirlerdi. Sonra hiç durmadı, hiç bitmedi… Bazen kendi içimde boğulmamak için yazdım, bazen de bir başkası çiçek açsın diye. Düz yazı tarzım da biraz şiirsel. Öyle akıyor içimden. Şiir biraz deli işi diyenler var, hak veriyorum, büyülü bir delilik hali bence bu.

Hayatın içinden şiirler yazmışsınız. Diliniz çok yalın. Şiirlerinizi yazarken esinlendiğiniz kaynaklar nelerdir?
Türk ve Dünya Klasiklerini ortaokul yıllarımdayken bitirmiştim. Edebiyat öğretmenlerim, bu eserlerin mutlaka ileri yaşlarda tekrar okunması gerektiğini söylerdi. O zamanlar bu gerekliliği çok anlamlandıramamıştım ama lise ve üniversitede tekrar okudum her birini. Bu tekrarlayış hem yazmakla hem hayatla ilgili bir şey fark etmemi sağladı; yaşanmışlıklar da yaşanmamışlıklar da kalemine yansıyor yazarın. Okuyucu da kendi yaşanmışlıklarıyla değerlendiriyor çünkü okuduklarını. Hiç aşık olmamış birinin aşk ile ilgili bir satırı okuduğunda hissettiği duygu ile aşık olmuş birinin hissi farklı olabiliyor. Yani yazmak; yazılan şey kurgu da olsa, yazarın kendisine veya başkasına ait bir duygu veya olay da olsa, hayatın içinde doğuyor, hayatın içinden besleniyor. Ben de hayat serüvenimde beni saran, sarsan ne varsa onlarla ilgili yazıyorum. Planlı değil, hayatın akışı kıyılarıma ne bırakırsa…
 Sadece şiir ile kısıtlamak istemem, yazmak, genel bir başkaldırı bir yandan da. Beni yazarken en çok etkileyen şey ‘insan’ duyguları oluyor. İnsan ömrü boyunca kendini bile tam olarak kavrayamayan, kendini var etme çabasında olan sosyal bir varlık. Hiç tanımadığım birinin yüz ifadesinin bile bazen günlerce yazılacak bir hikayesi var. İnsanları, hayatları gözlemlemek, başkalarının acısını da mutluluğunu da hissetmek iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum ama benim cümlelerim bu duygulardan doğuyor. İçimde hep çok yoğun ve hiçbir yere sığmayan bir şeyler varmış da yazmazsam taşacakmış gibi… Hayatın içinde insanın canını yakan şeylere de ses çıkartmadan duramıyorum. Yazmak, hayatın gerçekliğiyle kendimce baş etme yöntemim galiba. Elbette çok okumak, izlemek, dinlemek ve gözlemlemek yazma serüveninin temeli bana göre. Sevdiğim ve seçtiğim bir tarz var ama okuma listeme farklı tür ve tarzlarda eserler eklemek hoşuma gidiyor.

Beğendiğiniz şairler kimlerdir? Şiirlerinizi yazarken etkilendiğiniz bir şair oldu mu?Bende yeri çok ayrı olan birçok değerli Türk şairimiz var. Kimi saysam diğerine haksızlık ve hadsizlik olur ama Atilla İlhan, Cahit Sıtkı Tarancı, Gülten Akın, Ataol Behramoğlu, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Altay Öktem hayatımın bir döneminde mutlaka bir satırına tutunduğum şairler olmuştur. Charles Baudelaire, Sylvia Plath ve Puşkin tekrar tekrar okuduğum önemli isimler. Cümlelerime yansımışlar mıdır bilemiyorum ama mutlaka gönlümü açmışlardır.Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduğum yıllarda, sayısal sınıfta olmama rağmen okul hayatım çoğunlukla edebiyat odasında geçerdi. O dönemki okul dergisinin hazırlanma süreci bana hep çok heyecan verirdi. Dergi için Ataol Behramoğlu ile röportaj yapmaya gitmiştim. Edebiyat ile ilgili müthiş ve heyecan verici bir sohbetimiz olmuştu. Üniversiteye hazırlandığımız o zorlu yıllarda, tabii bir de sayısal sınıfta olduğum için dikkatim dağılır diye düşündüğünden annem bana yazmayı bir süreliğine yasaklamıştı. Kimya test kitabı arasında şiir yazıyordum ben tabii hala. Cezmi Ersöz’e bir söyleşimiz sırasında bu anekdotumu anlatınca bana ‘yazmak tembihlenmez de engellenmez de’ demişti. Gerçekten de öyle oldu. Hayatımın en karanlık ve en aydınlık günlerinde, umudu da çaresizliği de elime tutuşturan şey hep yazmak oldu.
 
Sanatın iyileştirici gücüne inanıyorum ben. Hayatı paylaşmanın insanı güçlendirdiğine, hayatı yaşanır kıldığına inanıyorum. Benim hayatı tanıdığım ve tanımadığım insanlarla paylaşma yöntemim de bu; yazmak.

2009 yılında sokakta yaşayan çocukların gerçek hikayesinin anlatıldığı ilk kitabınız “Ücra” yayınlanmış. Edebiyatın farklı alanları ile ilgilisiniz. Bu ilginiz iyi bir okur olmanızdan mı gözlemlerinizden mi kaynaklanıyor?
‘Ücra’’yı yazmadan önceki araştırma dönemi benim için aslında hiçbir zaman tam olarak anlatmayı başaramayacağım derinlikte, beni çok sarsan ve aklıma geldikçe hala gözümü dolduran bir dönem.

Çocukluğumdan beri, dünyanın herhangi bir yerinde sokakta yaşamaya çalışan insanların olmasını, açlıktan ölen çocukları, sokakta çalıştırılan, terk edilen, fiziksel ve ruhsal olarak suiistimal edilen çocukların ve yetişkinlerin varlığını içime sindiremiyorum. Dar gelirli bir ailenin çocuğuyum ben. Hayatta bir şeyleri elde etmek için hep çok çalışmak zorunda olanlardanım. Yoklukla yoksullukla sınananlardanım ama hiçbir zaman sevgisiz kalmadım. Çocukken de sevgi yoksunluğunun maddi yoksunluklardan daha acı ve tehlikeli olduğunun farkındaydım. Sokakta kendi yaşlarımda bir çocuğu dilendirilirken gördüğümde, kendi karnımın tokluğundan, ayağımdaki eski ayakkabıdan bile utanırdım. Sokakta üşüyen bir boyacı çocuk gördüğümde sırtımdaki monttan utanırdım. Büyüdükçe bu hissim daha da güçlendi. Neden diye düşünmeden duramıyordum. Çocukken insan daha masalcı bir güç hissediyor galiba içinde. Ben de öyle bir güçle, sanki herkes elindekini paylaşsa sokaklarda hiç aç çocuk kalmaz diye düşünerek bir yola çıktım. İlk sosyal sorumluluk projemi ilkokul 5. Sınıftayken düzenlemiş, Akçay ve çevresindeki tüm ilkokul ve liselerden okul araç ve gereçleri toplayarak Doğu ve İç Anadolu köylerinde ihtiyaç sahibi öğrencilerin olduğu okullara yollamıştım. Uzun yıllar çok kıymetli sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak görev aldım. Lise son sınıftan itibaren uzunca bir süre sokakta çalıştırılan ve özellikle hiçbir sosyal kurumla bağı olmadan sokakta yaşayan çocuklarla arkadaşlık ettim. Arkadaşlık ettim diyorum çünkü yanlarına gidip onlarla röportaj yapmadım, gerçekten hayatlarına dahil oldum, şimdi olsa belki de girmekten korkacağım yerlere girdim, İstanbul’un ücra sokak aralarında, terk edilmiş inşaat köşelerinde yaşayan çocuklar artık beni gördüklerinde ‘Ooo bizim abla gelmiş’ diyordu. Başlarda ismini bile farklı söyleyen, belki biraz para kopartmak için uydurma hayat hikayesi anlatan çocuklar, zamanla beni tanıdıkça gerçek hikayelerini anlatır oldular. O süreçte, ağlamadan anlatamadığım çok çocuk hikayesi dinledim bizzat çocukların kendilerinden. Bu, hiçbir kitapta okuyamayacağım, hiçbir kurumdan edinemeyeceğim bir bilgi ve tecrübeydi. Başlarda ben o çocukların hepsini sokaktan kurtarabilirim sanacak kadar cahil bir çocuktum.

Bu hikayeler bana, ‘sokakta yaşayan/çalıştırılan çocuklar sorununun kaynağının sadece parasızlık olmadığını öğretti. ‘Ücra’ yı da tamamen o anki hislerin saflığı, hüznün tazeliği ve bir fayda sağlayabilmenin heyecanıyla yazdım. Amacım, en azından birilerinin sokakta bir vitrin camının önünde yerde uyuyan çocuğu gördüğünde ondan korkup tiksinmek yerine, ‘bu çocuğun orada olmaması için ne yapabilirim’ diye düşünmesini sağlayabilmekti. Kitapla birlikte başlattığım farkındalık projesi çokça ses getirdi. Kesinlikle maddi hiçbir talepte bulunmadan sürdürdüğüm bu projenin amacı, özellikle lise ve üniversite öğrencilerinin bu konuda düşünmelerini ve kendi imkanları ve yetenekleri dahilinde kendi projelerini üretmelerini teşvik etmekti. Öyle de oldu. Hala, o dönemlerde söyleyişe davet edildiğim okullarda bu konuyu benden dinledikten sonra kendi projelerini başlatan, çocuklar için fayda sağlayacak şeyler üreten, o zaman çocuk şimdi yetişkin olan birçok genç arkadaşım bana ulaşıp kaç çocuğun hayatına katkı sağladıklarını anlatıyor. Sokaktan kurtarılan, okula yazdırılan, okula devam etmesi sağlanan, liseye hatta üniversiteye gitmesi sağlanan çocuklar oldu bu süreçte. Ücra, bu sebeple sadece bir kitap değil benim için. 

Gelecekte yeni bir kitap projeniz var mı?
Evet yeni bir yazma serüveni içindeyim yine. İş hayatının yoğunluğu yazılanların kitaplaşma sürecini geciktirse de yazmaya devam etmek beni memnun ediyor. Siyaset bilimi lisans eğitimim sonrasında İnsan Hakları bölümünde yüksek lisans yaptım. Haklar, eşitlik, adalet gibi temel kavramlar her zaman aklımı kurcalıyor benim. Sanat; bence ‘iyi ve yaşanılabilir’ bir dünya var etme arzusu da barındırıyor biraz içinde. Benim ‘iyi’ anlayışım da ‘herkes için eşit, özgür ve erişilebilir’ bir hayat anlayışı. Kendi dilim döndüğünce, elimden geldiğince bunu iliştiriyorum ben de tüm yazdıklarıma hatta resimlerime… Yeni bir şeyler yazarken de bu heyecan beni hayatta tutuyor. Hiç bitmemesini umduğum bir heyecan bu.
 

şiir kitap edebiyat söyleşi