Gerçeğin Çölü: Distopya

Doğuş Sarpkaya
“Distopya yazarları haklıymış meğer” demek modern klişelerden birine dönüştü. 20. yüzyıl ütopyacılığın gerilediği, Distopyaların popülerleştiği bir dönemdi ama 21. yüzyıl insanlığın karanlık yüzünün farklı görünümlerini sergilemede en az selefi kadar başarılı olacağını, on yedi yıl içinde kanıtladı. Tüm dünyada yaygınlaşan muhafazakârlık, sağ siyasetlerin yükselişi, savaşların, kıyımların, katliamların şekil değiştirmiş bir halde yeniden gerçekleşmesi insanlığa dair umutlarımızı köreltiyor. Yakın zamana kadar bir uyarı sistemiymiş gibi davranılan distopyanın işlevi de değişmeye başladı. Distopyaya yönelimin motivasyonu günümüz gerçeğini anlamak oldukçapolitik mesajının mahiyeti de değişiyor. Son dönemde yayımlanan birçok romanın ve çekilen epey bir filmin distopik bir evreni anlatması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan distopyanın ilk çıktığı anlamıyla, yani ütopyanın kötü ikizi olarak,görülmesi. Oysa şu anki durumda distopyanın kehanetçi rolünden sıyrılıp gerçekçi bir türe dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ütopya ve Distopya
Peki, distopyalar nasıl bir evrim geçirip gerçekçi bir türe dönüştüler?Bu soruyu yanıtlamak için distopyanın ütopya ile ilişkisini gözden geçirmek gerekiyor. Distopyaların, ütopyanın karanlık kardeşi olarak tanımlanması, ütopyadan beslendiğine dair öngörüden kaynaklanır. Mesela Krishan Kumar “Karşıütopya, ütopya tarafından alıştırılmıştır ve bir asalak gibi ondan beslenir. Hayatını sürdürmek için ütopyanın sürekliliğine yaslanır. Ütopya orijinal, karşıütopya kopyadır; yalnızca sanki daima siyah renklidir”der ama sözlerinin devamında: “Bir insanın mutluluk rüyası diğer insanın kâbusu olabilir. Ütopyacılar rüyalarının gerçekleşme olanağında ısrar ettikçe, modern gelişmelerin yeni bir kölelik ve yeni barbarlığa sürüklendiğine inananlar daha telaşlı hale geldiler”diyerek bir beslenme ilişkisinden çok ütopyanın daha yazıldığı anda karşıütopyayı içerdiğini iddia eder.
Klasik ütopyaların tamamlanmış hissi veren yapısı distopyanın görece hareketli doğasıyla çelişir. Ütopyalar belirli bir tarihsel andan çok, bu zaman içine yerleştirilmiş düşsel mekânlar olarak tasarlanır. Çözümleri, siyaset ile kurdukları ilişkiler ve toplumsal yaşamı düzenleyişleri her ne kadar bugünün toplumuna cevapsa da aslında bir tür tecrit hali söz konusudur. Jameson’ın açıklıkla belirttiği gibi: “… gerçekleştirilmiş Ütopyaların zamandışı sakinliği ile Ütopyacı çözüme ivediliğini ve tutkusunu veren toplumsal kötülüklerinbüyüklüğü arasında temel bir çelişki olduğu görülür. En az ikitür tarihsel olayın daha baştan Ütopya çerçevesinin dışında bırakıldığıanlaşılır: kendi dünyamız açısından muhtemel çeşitli ters-ütopyalarınspazmları ile Ütopya’yı başlatan sistemik dönüşüm ya dadevrim.”
Distopya Çeşitleri
Diğer taraftan distopyaların hepsi homojen bir yapıya sahip değildir. Yine Jameson, distopyalarda karşılaştığımız farklı yazılış biçimlerini eleştirel ters ütopya ve anti ütopya kavramlarıyla açıklar. “Eleştirel ters-ütopya Ütopya'nın kötü kardeşidir;zira bunun etkileri, insanın toplumsal olanaklarının olumlu birşekilde kavranışı ışığında ortaya çıkar ve siyasal açıdan yetkilendiriciduruşu da Ütopik ideallerden türer.” Bu türün en belirgin örneği Zamyatin’in Biz’idir. Eleştirel ters ütopyalarda da karamsar bir tablo yaratılır ama umut etmenin ‘oyun bozanlık’ olarak görülmesi gerektiği fikri reddedilir. Türün kurucu babası sayılabilecek Zamyatin:  “Eğer doğada sabit şeyler, sabit gerçekler olsaydı, tüm bunlar yanlış olurdu. Ama şükür ki gerçekler hatalıdır. Diyalektik sürecin özü tam da budur. Bugünün doğruları yarının yanlışlarıdır; en son sayı yoktur. Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur.” diyerek devrimin katılaşmasını ve kurumsallaşmasını eleştirir ama devrim umudunu da canlı tutar. Hatta bu tavır, bazı araştırmacıları, Biz’in yapısal olarak muğlak olduğu sonucuna götürür. Hatta akıl yürütmeyi biraz ilerletirsek, Zamyatinci distopyanın ütopyada eksik olan devrim anını hazırlayan koşulları anlattığını iddia edebiliriz.
Buna karşılık ütopyayı tümüyle anlamsız bulan, her türlü alternatifin bir süre sonra karşıtına dönüşeceğini iddia eden bir anti ütopyacı damardan bahsetmek mümkündür Jameson’a göre. Özellikle Orwell’ın distopyası, anti-ütopyanın önemli örneklerindendir. “Sistemitehdit eden her şeyin dışlanması gerektiğini düşünen sistemikbir perspektif vardır: Dostoyevski’den Orwell’a ve daha nicelerinekadar bütün modem anti-ütopyaların temel öncülü esasen budur;yani sistemin kendini koruma içgüdüsünü geliştirmesi ve süregelenvarlığını tehdit eden her şeyi, bireyin yaşamını hiçe sayma pahasınada olsa, acımasızca ortadan kaldırmayı öğrenmesidir.”
Sonuç olarak distopyalar düş gücünü harekete geçiren ütopyaların basitçe ters yüz edilmiş hali değildir. Kimi zaman uyarı, kimi zaman kehanet görevlerini üstlense de distopyatürü aslında yaşadığımız dünyadaki görünümleri yansıtırlar. Distopik toplumlar zaten varolan bir gerçekliği mantıksal sonuçlarına taşırlar. Bu noktada “sansürün, baskıların, yıldırmanın ve devletin totoliterleşmesinin gerçekleştiği bir zamanda distopya türüne ihtiyaç var mı?” sorusu gündeme gelir. Dahası kendimizi“distopyanın sadece “uzak” geleceği anlattığına dair ön kabulüne kadar ciddiye alınasıdır?Toplumsallaşan körlük durumu distopik bir atmosferde soluk aldığımızı hissetmemizi engelleyebilir mi?” gibi soruları sorarken de yakalayabiliriz. “Gerçeğinçölünde” yaşadığımızı fark etmemiz ve ondan kurtuluşu tasarlayabilmemiz için bu soruları bıkmadan sormamız gerekiyor. Distopya türüne de tam da bu yüzden ihtiyaç var.
 

distopya dogussarpkaya çöl edebiyatatölyesi