Benim adım Ayla*

Ayşen Yenilmez
Sokak lambalarının yüzüne vurduğu bahçede “Ölüyoruz, durmadan ölüyoruz...” diye haykırarak göğsüne vura vura gecenin bütün sessizliğini yok ediyordu. Yerel bir halk dansıydı ellerini dizine vura vura ağlamak. Yaşamak öyle bir cendereydi ki böyle zamanlarda boğazımız sıkılırdı, nefessiz kalırdık. Koyardın toprağın altına, sulardın, üşüyor mu bilemezdin. Döner sıcacık yatağına girerdin, sabrın gelmesini beklerdin. İşte böyle yaşamanın kursağımızda kaldığı anlarda zamansız yapılan her şey hoş görülürdü.Gecenin sessizliğine dikiş makinesinin sesi de karışmıştı. Annem bir yandan ağıt yakıyor bir yandan da makinesinin başına geçmiş tüm gücüyle bir kumaşı delik deşik ediyordu.Yüzünde yine aynı ifade. Çaresiz kaldığında ne yapacağını bilmediği o korku dolu bakışların, üzgün ellerin acısı kumaşa şekil veriyordu. Annemin diktiği kıyafetlerin altına saklanmayı çocuk yaşımda öğrenmiştim. Öfkeden deliye döner, insan dışı varlığa dönüşürdü bedenim.Oluk oluk irin akıtan o yaralı ruhum sayesinde kelimelerin taşa dönüştüğüne yemin edebilirim. Gün geçtikçe iflah olmaz bir hâle geldiğimde artık elbiseler de örtememişti insanlık dışı hâllerimi. Artık bütün köy hatta daha çok insan biliyordu:“Bu kız hasta. Deli o deli...” diyerek hemen yaftayı yapıştırmışlardı.
Annemin gecenin sessizliğini bozan her çığlığında bir evin ışığı yanıyordu ve her evde yine biz konuşuluyorduk. Bu sefer benim için değildi dikilen ve ilk defa ben değildim sözü edilen.Dün sabah gelmiştim yüzlerce kilometre yoldan.
Solmuş yaprakların hışırtıları arasında eve vardığımda, gün ağarmak üzereydi. Geçtiğim yolda fındık ağaçları gülümsüyor, şimşirler günün ilk selamını veriyordu. Sislerin arasından görünmeye başlayan ahşap evimiz, dik bir yamaçtan sarkıyordu.Sobanın tütmeye başlaması, ekmek kokusunun etrafa yayılması an meselesiydi. Çocukların ağaçların tepelerinde oynadığı yerdir Karadeniz.Hoyratakar, köpükler saçar dereleri. Oluklardan taşar yağmurun bereketi.Arsızdır yeşili. Deniz bu arsızlığı başı dik izler. Yağmurlarıyla hırçınlaşır, sonbaharla birlikte huysuz bir insana dönüşür. Horonu birleştirir elleri, tulumu yeri gelir oynatır, yeri gelir ağlatır. İnsanı; evine, kıyafetine kadar aidiyet duygusunu taşır. Coğrafyasına tutkun insanlar becerikli olurlar, yorulmazlar, babam gibi. Değişmeyen âdetiyle her sabah kapının kilidini aynı heyecan ile açar, burnunu vücudundan önce uzatırdı doğup büyüdüğü yerin havasına, ayakları ardından ilerlerdi. Geceden yağmur yağmıştı. Babamı dile getiren en güzel havaydı bu, yağmur yüklü, kurşuni bulutların havada asılı kaldığı... Biliyordum aslında memleketimin türküsünün babamın dudaklarında beni karşılayacağını. Görüyorum onu şimdi, mis gibi toprak kokusunu içine çekiyor, çektikçe gözleri yeryüzüne bir başka bakıyor.Ne güzel şeydi babamı uzaktan izlemek. Bembeyaz saçlarında vefat eden iki kardeşimin acısı, yıllarca gidip geldiği yan köyün uzun yolları, otuz yıllık mesleği vardı. Deli yağan yağmura dertlenip, “Bu seferkini iyi atlattık.” demesine bakılırsa bir bendim o günü farklı kılan.
“Baba!” diye heyecandan titreyen sesim nasıl çıktıysa artık, ağzındaki türküsünü de bir kenara bırakmış, koşarak sarılmak istemişti bana ama sadece kendisinin bildiği hâlsizliği, ayaklarına izin vermemişti. “İyi misin baba?” diye sorduğumda beni görmenin verdiği mutluluğu dillendirirken yorgun bakan gözlerine takılmıştım.Gerçi babam öyle konuşurdu ki her şeyin iyi olacağından emin olurdum.“Yine mi erken uyandın?” diye sormak, yıllarca şafakta yola koyulan bir insana küfüretmek gibi olurdu, o yüzden lafın yeri geldiyse de söylemedim. “Baba kurarız değil mi bugün bir masa?” demiştim. “Kurarız tabii kızım...” diyen,en büyük dayanağımın varlığını hissetmek ne büyük nimetti. Bana şükrü, sabrı, alın terinin kıymetini öğreten fedakâr ellere dokunup, koynunda güven bulmayı çok özlemiştim.
Her gün aynı yolu günde üç saat gidip, bir o kadar sürede de dönerek altı saat yürürdü. Küçüktüm o zaman, meşakkatini anlayamıyordum. Yalnızlığını kasketi ile beraber başında taşıyarak coğrafyasının insanları iki kelime daha öğrensinler diye kar kış demeden her gün yan köye giderdi. Sabrını en korunaklı yerinde, iç cebinde taşırdı. Olur ya ayakları yorulur, elleri donar, çok üşür de yılgınlık gelirse iç cebini yoklardı yoksa bu yollar bitmezdi.Her akşam eve geldiğinde, “Senin hakkını ödeyemem Züleyha.” derdi. Ne çok severdi karısını. 
Gündüzleri mesken tuttuğum bütün sokağa hâkim holdeki pencereyi, geceleri annemle babama devrederdim.Bir geceay ışığı babamın yüzünü yıkarken anneme eğilerek, “Kızı ihmal etme, ilgilen, iyileşecek o...” diye fısıldadığını kapı aralığından duyduğumda, sessizce söylenen her şeyin gerçek olduğuna inanmayı seçmiştim.Sonrasında huy olmuştu bende kapı dinlemek.
“Kızım, annen sesleniyor.” diye kaçıncı kez söylemişti acaba babam, benim kendisine dalıp gittiğimi bilmeden. Bir yandan türküsüne kaldığı yerden devam ederken “Hanımmm çık, kapıya çık!” diyen sesinde birleştik annemle. Sarıldık sarmalandık mutfaktaki sobanın arkasındaki divana yığıldık. “Dur kızım acıkmışsındır, hemen kahvaltı hazırlayalım. Hele gel yanıma...” derken ardı sıra sorular sıralayan Züleyha Sultanın eli, iş tutmaya çoktan başlamıştı. “Dur, hele annem! Elimi yüzümü yıkayıp hemen geliyorum.” derken yıllarca tek dostum olan odamı görmek istemiştim. Belki o zaman sorulara daha doğru cevap verebilirdim. Halamın yanına İstanbul’a tedaviye gittiğim zamandan beri evime adım atmayalı on yıl olmuştu.Nasıl geçtiğini bilmediğim koskoca on yıl! İnsan yaşamaya heveslenince vakit nasıl geçiyor anlamıyordu belki de.
Penceremi usulca aralarken keskin bir ıhlamur kokusu kaplamıştı odamı. Hemen karşıduvarda duran aynamda gördüklerim gözüme takılmıştı. Güzel sayılmazdım ama umutlarımı sayacak olsam benden güzeli yoktu o anda. Umut ne menem şeyse artık her yeni günde tutunduğum ihtimalin peşinde hızla boy veriyordu. Yolculuktan uyku dolu gözlerim, işlemeli örtüsüyle sakince duran yatağıma kaydı. Yatakta geceden kalan havanın nemli soğuğu ve öfkeli düşlerimin emanet gülüşleri vardı. Derin uykularımın bıçak gibi kesildiği yıllardan sonra, bıraksalar günlerce deliksiz uyuyacakmışım gibi geldi bir anda. O zamanlar her uyandığımda –muhtemelen gecenin geç vaktinde-kalp atışlarım kulaklarıma çarpar, nefesimin sesinde boğulurdum. Uyku fakiri olduğum günlerde ne evcilik oynamak için uyanırdım ne de körebe. Çocuk olmak bir düştü benim için. Hayat benim hakkımdan öyle bir gelmişti ki ağır oluyordu körpe bedenlerin verdiği savaşın bedelleri... Hastalıktı bu! Mizofoniydi adı; seçici ses duyarlılığı. Beni yalnızlığa mahkûm eden yaşamaktan yoksun bırakan hastalık buydu.İşte bu yüzden yaşamaya dair yapılacak ne varsa yapmamayı seçiyordum. Bir çocuğasakız çiğneme denebilir miydi? Ağzını şapırdatmak belki bir çocuğa yakışırdı ama bana yasaktı, konuşmanın da olduğu gibi. Peki ya ıslık? Bir çocuk, ellerini cebine sokup nasıl ıslık çalmasındı? Elleri cebinde, dudağında çocuk düşleri... Bu hayaller nasıl elinden alınırdı? İnsan gülerken çıkardığı sesten nefret eder miydi?Haydi hepsi bir kenara;nefes almayacak mıydı? Bu öl demekle aynı şey değil miydi? Tam da bu yüzden bugüne kadar her yaşımı, hayallerimi, hastalığımın başladığı dokuz yaşımda, bu odada bırakmıştım.Sahipsiz gibi duran pencerem, bir anda ferahlatıcı coşkun bir lodosu kabul etti üzerime.Hoş geldin, der gibiydi. Hastalığım beni yok etmeye başladığında işte bu penceremde oturup dışarıyı seyrederken oyuna çağırılmayan çocuk oldum yıllarcata ki on yıl öncesine kadar. Hiçbir çıkış yolu bulamadığımız bir günün sabahında, rüyamda görsem inanmayacağım şeye babam sayesinde cesaret etmiştim, yaşamaya cesaret ettiğimi bilmeden. “Gidiyoruz kızım!” demişti babam. “Kalk gidiyoruz!” Gitmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Annem ve babam da benim yanımda olsun istemiştim ama annem iki evladını köyünde toprağa verdiği için “Bırakmam onları burada yalnız başına, yetim etmem evlatlarımı bu topraklara!” diyerek kabul etmemiş, konuyu bir daha açılmamak üzere kapatmıştı.Bir gün bile cinsiyetimi hatırlatmayan şu aynama şimdi bakıyordum da otuz yaşımı gösteriyor bana hatta kumral zülüflerimin döküldüğü gülümseyen yanaklarıma yakışan gamzelerim, saç diplerimdeki beyazlarımı görmeme engel oluyor. Kadınlığımla bile yeni yüzleşiyorum. Kendime bir şey yakıştırmanın ne güzel olduğunu düşünerek hasretle bir kere daha bakıyorum. Birileriyle aynı fikirde olmanın keyfini sürüyorum. Kim bilir aynı hayali kurmanın arzusunu da duyuyorumdur içten içe... Sesleri artık olduğu kadar duyuyorum. Sadece utanç ve pişmanlık duymayı değil başka şeyler duymayı da öğreniyorum. Daha da güzeli cesaret duyuyorum ve otuz yıl boyunca geç kaldığım her şey için yaşamaya soyunuyorum.Yeni bene alışmak çok uzun sürmeyecek biliyorum. İyi olan her şeye hemen alışıyor insan. Kadın olduğunu hissetmek ne güzel şey be Ayla! Yaşamaya yorulmak için zamanım olduğunu bilmek kadar güzel.
Annemin içeriden bana seslendiğini duyuyorum, babam da “Gel artık kızım...” diye üzerine ekliyor. Bu evde ilk defa, içeriden gelen bu yüksek sesten kaçmıyorum hatta huzur veriyor bana bu seslerin varlığı, boşluklarımı dolduruyor. Annem,birazdan evlendikten sonra bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar gittiği İstanbul’u anlatmamı isteyecekti. Nasıl olduğumu soracaklardı. Hangi birinden başlasaydım acaba? İnsan içindekini keşfedip kendini anlatmaya başladığı zaman kocaman bir giz açığa çıkıyordu. Kendini anlatmak, yaşamak demekti, insan olduğunu kabullenmek...Ben buyum,benim de tercihlerim var ister beğenirsiniz istemeyenin keyfi bilir demekti. Kendini anlatmak tecrübeydi. Tecrübe yaşadığının ispatıydı.
Kahvaltı masası öyle güzel görünüyordu ki!  Ete kemiğe bürünmüş yaşamaya dair çabalarımı anlatırken biraz da ben süsleyecek,“Masa da masaymış ha!” dizesini babama söyletecektim.
Doğup büyüdüğüm memleketimden uzakta, evimizin bir odasından diğer odasına geçerek geçirdiğim on yıldan sonra tek başıma, özgürce ilk defa göreceğim Kadıköy’den vapura binmenin heyecanını yaşamıştım.Yolculuğuma eşlik edeceğini duyduğum martılara simit almış,araba kornalarına karışan insan seslerinden rahatsız olmamaya çalışıyordum ama nafile, vapurun düdüğü çaktı beni olduğum yere. Ağladım hem de çok. Korktum binemedim vapura ama pes etmeyecektim. Söz vermiştim kendime. O gün öğrendim insanların düşmanca bakışlarına aldırmamayı. İnsan önce kendine verdiği sözü tutmalıydı.
Yabancısıydım bu şehrin. İstanbul için“insan, insanı unutur burada” diyordu halam.İki sokak ötedeki evladını göremeyince vefasızlığa bir sebep arıyordu demek insan. Yanında kaldığım zamandan beri daha az kendisiyle konuşuyor. Ben de öyleyim. Konuşacak insanlar bulduğumdan beri kendimle sohbeti azalttım, tanımasam bile günün selamını verdiğim insanlar oluyor artık.Yalnız insanların ortak özelliği sanırım kendi kendine konuşmak.Yürümek. Çocukken de geç öğrenmiştim yürümeyi. İstanbul insana yürümeyi tekrar öğretiyor. O kalabalıkta yürümek, telaşlı insanların arasına sığmak tam bir meziyet. Yine halam gibi; o da eşi Muhsin enişteyi kaybettikten sonra olduğunu söylüyor. Hep bir telaş hâli. “Bakma, büyükşehirden büyük, benim yalnızlığım.” diyor ama bunu gülerek söylüyor. İnsanlar bu şehirde acılarını kahkahaya dönüştürüp günlük yaşamında katık etmeyi öğreniyor. İstanbul’u tanıdıkça halam şekilleniyor gözümde, halamı tanıdıkça İstanbul. Şehir bir süre sonra herkesi aynı resmediyor sanki; aynı fırçadan çıkma insanlar gibi, sadece manzaraları farklı. Ağzı tıka basa doldurulmuş bir bavulun içindeymiş gibi hissettiğim toplu taşıma araçlarına bile biniyorum. Kimse rahatsız değil ben de olmamayı öğreniyorum.Diyorum ya, alışıyor insan. Üst kattaki kadının topuklu terliklerinin sesine bile alıştım. Apartmanda yaşamak ne zor şey böyle.
Ben işte böyle öğrendim güzel masa kurmayı, gökyüzünün altına kurduğumuz o masaya güzel cümleler bırakmayı. Gülüşleri meze ederken sonsuz olmayı, aklımızda olup bitenlerle gözyaşlarını masamıza misafir etmeyi ben hep babamdan öğrendim, o da Edip Cansever’den.
Aşağı evden kesik kesik kemençe sesleri duyuluyordu. Babam başıyla ritim tutuyor, türküye mırıldanarak eşlik ediyordu. Bir anda “Yaşa be Ayla!” dedi başını yana eğerek, sırtımı sıvazladı. Babamın sırtımda gezen elleri benimle gurur duyuyordu. “Söyle baba söyle! dedim. Her ne şekilde olursa olsun en çok adımı duymak isterim. Ayla desinler isterim. Evin kapısı çalınsın, beni sorsunlar isterim. Ayla evde mi, diye merak etsinler isterim. Merak edilmeyince eksiliyormuş insan.” Anneme döndüm, adımın annemin ağzında pusuda beklediğini bilmeden, kızım değil Ayla demesini istedim. Adım şimdi alacakaranlıkta çığlık çığlığa. Aylaa, Aylaaa..
Annem, yalnızlık nedir bilmezdi. Hayat zor olabilir, çekilmez olabilir, aç kalabilirdi ama hiç yalnız veya sevgisiz kalmamıştı. Günün saatlerini eşine yaptığı hazırlıklar sayesinde ayarlayan Züleyha kadın, şimdi sabah olduğunu anlamak için ne yapmalıydı? Hava karardığında mı akşam olurdu yoksa bey eve geldiği zamanlar mı akşamdı? Şimdi kim için yemek hazırlanacaktı? Bir saat vardı günün ağarmasına. “Fırını yakma vaktidir.” dedi ama esas yapması gerekenin bunlar olmadığını idrak edemiyordu. “Burada olsaydı,birazdan ekmeği sorardı.” diyerek hiçbir şey olmamış gibi mutfağın tezgâhına yöneldi. Müsriflik lüksü olmayan bir evin yas tutulan sabahı için ne kadar sıradan bir gündü, gerçeğe dönülmeyi bekleyen.
“Babaaaaaa, memleketinin bereketli toprağında, seni zatürre eden soğuğun altında rahat uyu sen. Kardeşlerim yetim değil artık. Bugün sadece bizim evde değil, annem bütün köyde ölmeyi yasakladı. Burada bıraktığım çocukluğumla birlikte giderken, annemi de götüreceğim.”Annemin ağıtı gecenin sessizliğini bölmeye devam ediyordu. “Ölüyoruz durmadan ölüyoruz. Çabuk ölüyoruz, zamansız yok oluyoruz.” derken dikiş makinesi de geceye eşlik ediyordu.
Yaşamaya çalışılırken daha dikilecek çok kıyafet vardı.

*: Sarıyer Belediyesi 2022 yılı Fakir Baykurt Öykü Ödülü Yetişkinler Kategorisi 3. Kazananı olan bu öykü ilk kez dergimizde yayımlanıyor.
 

benimadimayla ayşenyenilmez öykü deneme edebiyatatölyesi