Reklam

Çocuk işte

Çocuk işte
07 Ekim 2021 - 11:01

Volkan Kahyalar
Uzun zamandır haber alamadığım aziz bir dostum ile nihayet yolda karşılaşmıştık. Ayaküstü hoşbeşten sonra hasret gidermek için birkaç adım uzaktaki kahvehanenin yolunu tuttuk. İlk defa geldiğim bu kahvehanenin iç tarafını oluşturan yamuk dört duvar, sapsarı olmakla birlikte çeşitli posterler ile kaplanmıştı. Oyun oynayanların çıkardığı gürültü oldukça rahatsız edici boyutta olmasına rağmen aldırış etmeden birbirimizi süzdük. Zaman ikimizin de saçlarını beyazlatmış; ancak onu ilginç bir şekilde dinçleştirmişti. Çaylarımız geldikten hemen sonra dostumun gözleri, duvarda toz içinde kalmış, unutulmuş yapraklı takvime takıldı. Neden sonra bana dönüp “Biliyor musun?” dedi. “Yapraklı takvimleri küçüklüğümde çok sever, onları kopardıkça büyüdüğümü düşünürdüm. Lakin gerçekte askere gidince aklımla birlikte yaşım da büyüdü. Hayat garip! Kimdi o yazar bilmiyorum, bir sözü vardı; ‘Yaşlanmanın kötü bir şey olduğu sanılıyor ama hiç de öyle değil. Yaşlanmak, yüksek bir tepeye çıkıp tüm tecrübelerinle aşağıya bakmaya benziyor’. Yahut onun gibi bir şey söylüyordu işte. Yazarı hatırlamıyorum ki sözünü hatırlayım yahu! Zaten bana göre ikisini hatırlamak da bir şey ifade etmez. Aksine bu ikisinin sende hissettirdiği ne? Ona bakmak lazım. Her neyse… Yine dalıp gittim. Ne diyordum? Hah, hayat garip! Hep büyüdüğünü sanırsın ama bir bakarsın küçücük bir çocuk hayatını alt üst etmiş. İşte bende de böyle oldu.” Çayından bir yudum alıp devam etti: “Askerden döndükten sonra ailem, evlenmemin doğru olduğuna karar verdi. Haklılardı da...

Hoş haklı olmasalar da büyüklerin sözünü dinlemek lazım. Evlendikten 1 sene sonra ilk çocuğum dünyaya geldi. Nasıl heyecanlıydım anlatmak mümkün değil. Sonra çocukcağız tek olmasın diye bir çocuk daha yaptık. Ama neden bilmiyorum Yaradan bize bir çocuk daha nasip etti; üçüncü çocuğumuz oldu. Her çocuk sonrası Allah’a şükür ettik. Lakin benim ekmek teknemden kazandığım bize yetmez oldu. Hanımla birlikte ne yapacağız ne edeceğiz diye düşündüğümüz sırada Almanya’da ikinci posta işçi alımlarının başladığını duyduk. Bunu bir işaret olarak gördük. Hemen mülakatlara girdim. Uygun görüldüğüm haberi geldi. Ailemle helalleştim. O sırada küçük çocuk henüz 1; bir büyüğü 4, en büyüğü 7 yaşındaydı. Tam 1,5 sene Berlin’deki otomotiv fabrikasında çalıştım. İyi de kazandım; ama Allah seni inandırsın şu sıla hasreti yok mu! Of be... Anlatılacak gibi değil. Hanım, çocukların fotoğrafını postayla yolluyordu. Bense onlara bakıp nasıl ağlıyordum anlatamam. Bir öyle beş öyle derken artık nefes alamaz oldum. Dedim parası batsın. Ben bu hallerde boğuşurken hanım bir mektup daha atmıştı ki sorma gitsin. Yüreğime ok saplanmıştı sanki! Hatta ne oku, taş oturmuştu taş… İki buçuk yaşındaki çocuğumuzun ağzını bıçak açmıyormuş. İki buçuk yaşındaki çocuk konuşmaz mı? Gık demiyormuş gık. Hanım endişelenmiş tabii, bu çocuk dilsiz mi diye…
Doktora gitmiş, tetkikler yapmışlar ama bir şey çıkmamış. Psikoloğa gitmiş, çözüm yok! Hocalara okutmuş, yok! Yahu en sonunda kiliseye gidip adaklar bile adamış ama yok konuşmuyor. Konuşmuyor konuşmamasına ama el hareketleriyle her şeyi anlatıyormuş. Benim hanım en sonunda şüphelenmiş. Demiş ‘Var bunda bir iş’. O sırada tesadüf bu ya; bizim komşulardan birinin çocuğunda da aynısı olmuş. Babası birkaç aylığına yurt dışına gitmiş. O da Arabistan’a mı ne işte. Bülbül gibi konuşan çocuk mıh yutmuş gibi çıt çıkartmamaya başlamış. Neyse gel zaman git zaman adam geri gelince çocuk tekrar başlamış konuşmaya. Hanım bunu öğrenir öğrenmez yazmış bana; ’Senin yüzünden böyle oldu. Ya gelirsin ya da hem beni hem çocukların yüzünü unutursun. Senin yüzünden çocuğum dilsiz olacak’. Daha neler neler... Bende de zaten sıla hasretiyle dayanacak yürek kalmamıştı. İnan sana yalan söylüyorsam adım atmak nasip olmasın! Eşimin ve çocuklarımın kokusunu bile nasıl özlemiştim anlatamam. Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi dertleşmek için ev sahibime durumu anlattığım sırada ev sahibi ne dese beğenirsin; ‘Bana ufak çocuğunu evlatlık ver!’ Dedim, ‘Eee…’ ‘Efendim parası neyse ben veririm’ Beynimden kaynar sular döküldü. Dedim; ’Dünyaları verseniz yavrumu vermem. Utanmıyor musun bana bunu teklif etmeye?!’ O sinirle aynı gün her şeyimi toplayıp memlekete temelli geri dönmek için yola koyuldum. Ama tabi eve varana kadar geçen 3,5 günlük sürede kafamda neler dönmüştü bir bilsen inanamazsın. Hep kendimi suçladım. Neyse uzatmayım. Eve varıp kapıyı bir çaldım; hanımdan önce benim ufak çocuk karşıma çıktı. Bana nasıl sinirli baktı. Görsen bu koca insan dersin. Onca zaman konuşmadığını bildiğimiz çocuk birdenbire ‘Neredesin baba?’ demesin mi? Ben ona bir sarılmışım, bir ağlamıştım anlatmak mümkün değil. Sevinç desen değildi, hüzün desen değildi. İşte o zaman… Evet, işte o zaman 2,5 yaşındaki çocuğumla birlikte bir daha küçülmemek üzere büyümüştüm.” Çayından bir yudum daha alıp, tekrar takvime baktı, “Hayat hakikatten çok garip!” dedi. “Doğru söylüyorsun, hem de nasıl azizim!”