Reklam

Pazar günü

Pazar günü
24 Haziran 2021 - 13:56
Umut Kaygısız
Film seyretmek yaklaşık iki saat sürer, birisinden bir olayı dinlemekse taş çatlasın on dakikamızı alır. Ama her ikisinde geçen olayları bizzat yaşadıysanız, birbirinden bağımsız sahneler ömrünüz boyunca tekrarlanır durur zihninizde.
Düştük yola bir azar günü. Kim bilir günlerden hangisiydi o gün ama biz yine de işi gücü olmayanların zamanını temsilen, o günü pazar olarak kabul etmiştik. Giderken her birimizin yüreğinde endişe, kafasında ise ıssız sahilleri andıracak bir sakinlik vardı. Ara ara kendimizi anımsamak için seyrediyorduk bir diğerimizi. Başkasının yüzünde açan kocaman bir çiçeğin, toprakta belli belirsiz kalmış gölgesiydik. Yürüdük hiç durmadan. Yorulmayı aklımızın dışında tuttuk bağcıklarımız dayanamayıp çözüldüğünde. Eğildik, doğrulduk, düştük, kalktık. Neredeyse bütün renklere bulandık, üstümüz başımız kirlenir mi diye düşünmeden. Yürüdük koyu kahve gövdeli ağaçlarla selamlaşarak. Özgürlüğün tadı damağımızda kalır endişesiyle, dilediğimiz gibi bağırdık gökyüzünde kocaman bir delik açarak. Yağmur yağdı, hafifledik yükselen toprak kokusu burunlarımıza tosladığında. Sonra konuştuk ileri geri. Aklımızdakileri döküldü bir bir ve biz onların hiçbirisini ziyan etmedik, elbirliğiyle topladık. Ceplerimiz doldu düşüncelerle. Pek tabii biraz özlem gerektirirdi böylesi, biraz da cesaret. Her ikisi de bizlerde vardı çok şükür.
Saatlerimizi ayarlamadık zamanla derdimiz olmadığından. Birisi sorduğunda cevap verirken de bakışlarımızı ılık kıvamda tuttuk. Yürümeye ara vermedik hiç. Güneşe batırdık ayakkabılarımızı, sonra kirlenen botlarımızı temizlemek için bir daha yağmurun peşine düştük. Fırsatını bulmuşken gökkuşağına el salladık, kalplerimiz “Güle güle” diye bağırırken. Kafalarımızı eğip yere bu kadar ısrarla bakınca, yeryüzünü tersten görüyor gibi hissetmemiz de normaldi. Birisi pat diye durup, “Acaba” ile başlayan bir cümle hiç kurmadı, en çok da buna şaşırdık. Herkesin mutlu gözükmesinden çok daha ilginçti işin bu tarafı.
Böyle böyle çimen kokularının burnumuza saldırdığı bir noktaya gelmeyi başardık işte. Bir dirsek diğerine dokundu, ötekisi de berikine. Başı önde gezen pazar günü yolcuları bir tamam dizildik mutluluk dağıtıcılarının huzuruna. Sanki içimizden birisi ağzını açacak olursa, pat diye yiyecekti şaplağı. Korkmamıştık aslında. Mutluluk, ücretini peşin ödeyerek satın aldığımız bir şeydi nasıl olsa. Ama üzerimizdeki para çıkışmadı, çünkü hesap ettiğimizden çok daha fazlası gerekliydi gülümseyebilmek için. Her yerde biraz siyah olması bulaşıcı bir hastalık gibi etrafımızı çabucak sarmıştı. Korkuyu taklit etmekteki hevesimiz, gerçeğini hissetmemize fırsat vermiyordu bir türlü. Sustuk ve bekledik. En başarılı olduğumuz bu iki eylem sayesinde kendimizi güvende hissedeceğimize duyduğumuz inanç, pek çok itiraz cümlesinden daha tesirliydi. Biz de öyle yaptık.
            “Nasılsınız bakalım?” diye sordu karşımıza geçen, dev cüsseli birisi. Aslında cüssesini böyle algılamamızdaki sebep arkasında duran silah kalabalığıydı, yoksa adam bir yetmiş boyunda ha vardı ha yoktu. Tırtık tabanlı botlarını yere sürte sürte bir adım öne geldi ve gözlerimize ev sahipliği yapabilmek için sırıtmaya yakın biçimde gülümsedi. “İyiyiz” mi demeliydik hep bir ağızdan yoksa “Sağ ol” mu, bilemedik. Askerlikten kalma alışkanlıklar bir yana, uçsuz bucaksız kuyrukların müdavimi olmanın verdiği eşsiz gurur sayesinde kolayca bulmuştuk yolumuzu. Sustuk. Kimse konuşmadı. Yavaşça sallanan başlar aheste biçimde öne doğru eğilirken, avazı çıktığı kadar bağıran adamın sesi çınlatıyordu kulaklarımızı. Bir yerde duracak, yer yer öksürecek ve cümlelerine noktayı koyacak sandık. Zira kimsenin nefesi yetmezdi böylesine.
            Doğru bildik, adam sustu. Ama aynı zamanda feci biçimde yanıldık. Çünkü bir başkası konuşmaya başladı onun ardından. Mutlu olacağımızı düşlerken karşılaştığımız şiddet, hayatın kötü bir şakası olmalıydı. Sıramızı hiç bozmadan dinledik. Bir tanemiz nasıl olduysa, o günün pazar olmadığını söyledi. Kızdılar. Sonra bir başkası zamanı bir kenara bırakıp, orada bulunmak yerine evlerimizde olmamız gerektiğini söyleme cesaretini gösterdi. Ona daha çok kızdılar. Hemen arkamda duran delikanlı ise oraya kendimizi daha fazla özgür ve eşit hissetmek için geldiğimizi söyledi. Bu sefer kızmak yerine, gülümsemeyi sırıtma konumuna getirdiler. Bizse hep sustuk. Üç ölü fazla değildi, hatta o kalabalığa göre minicik bir istatistikti belki ama yüreklerimiz pır pır etmişti bir kere, konuşamıyorduk ne kadar zorlasak da beyinlerimizi.
            Ben de bu kalabalığın içinde kaybolurken, gürültünün kurban ettiği, mutlu olmadan tebessüm edebilen adamlardan birisi olmayı böyle öğrendim işte. Geri döndük evlerimize. Susarak, soyunarak, ağlayarak, iyice küçülüp ufalanarak mahallelerimizde birer toprak örtüsü olduk. Ne o adamları gördük bir daha ne de onlarla karşılaşma korkusunu içimizden atabildik. Ama bir şeyi çok iyi öğrendik. Ve onu unutmamıza hiç fırsat vermediler.
            Günlerden pazardı veya değildi. Bir silah patlamıştı, şehrin bütün sokaklarını, evlerini abluka altına alan gür sesli marşlar eşliğinde. Bağırtıların her biri bıçak yarasını andırıyordu. Acıyı çekmeden üzüldük, ceset görmeden yas tuttuk. Hepsiyle eninde sonunda tanışacağımızı biliyorduk, belki de ondandı bu aceleciliğimiz. En sonunda sevmeye mecbur olduğumuz bir şeyin varlığını bize zorla ezberlettiler. Korkuydu adı. Çok sevdik onu, hem de çok. “Seni seviyorum” diyerek dudaklarımızı kirletmeden, gözlerimizi teslim alan bir silahın karşısında diz çökerek ve bildiğimiz her şeyi bir çırpıda unutarak. Sevmeyi geç yaşta ama çabuk öğrendik biz, bir pazar günü. Günlerden pazardı veya değildi.