Reklam

Tutku

Burçin Laçin Altay             Mevsim yaza dönmüş, bütün rutubetli hüzünleri eriteceği umut edilen güneş çoktan doğmuştu

Tutku
06 Eylül 2020 - 22:53

Burçin Laçin Altay

            Mevsim yaza dönmüş, bütün rutubetli hüzünleri eriteceği umut edilen güneş çoktan doğmuştu. Açık perdeli odanın her köşesine güneşin o umutlu sıcaklığı dolmuş, Rüya’nın yarı çıplak beyaz bedeninde parlıyordu. Genç bedeniyle hâlâ yatakta yatarken sadece gözlerini açmış bu parıltılar içinde yeni sabahı bakışlarıyla selamlıyordu. Sabahın güzelliği güzelliğine karışmış günü aydınlatıyordu. Derin bir nefesle güne başlamanın heyecanını yaşıyor gibiydi. Umudu var mıydı? Yoksa hepsini tüketmiş, beklentinin olmadığı zamanların huzurunu mu yaşıyordu? Aynaya buğulu gözleriyle bakarken bunları düşündü. Gözlerinin karasından bir ömürde mutlu olmayı beklemekten yorgun yüreğiyle yarım bir tebessüm ekleyip dolgun dudaklarına, kırmızı rujunu sürdü. Uzaktan bakılınca bir gelincik tarlasını andıran kırmızı çiçekli elbisesini giydi. Parıltısı beline kadar olan kara saçlarını taradı, hafifçe makyaj yaparak çarçabuk hazırlandı. Bütün güzelliğini yanına alarak evden çıktı. İnce, zarif bedeniyle sokaktan geçerken herkes her zamanki gibi dönüp ona bakıyor, iç geçiriyorlardı. Neydi onda ki bu çekim, kimse hiç anlayamıyordu. Ama o biliyordu içten içe, güzellik yetmezdi bir kadına, tutku lazımdı. Tutkuluydu oda, hem de fazlasıyla ve bu tutku duruşuna, bakışına, yürüyüşüne, konuşmasına, gülümseyişine işlemişti. Her şeyi tutkulu kalbiyle yaptığı içinde çekiciydi. Sevmeleri de hep öyle tutkuluydu.

            Her sabah işe gitmeden oturup sade kahvesini içtiği kafeye geldi. Kahvesini alıp oturdu. Kahve yalnızlar içindi, diye düşündü ve sonra da ne çok kahve içtiğini. Uzaklara bakarak iç geçirdi. O sırada ileride ki masada oturan genç bir adam kaçamak bakışlarla onu süzüyordu. Bu hep alışık olduğu bir durumdu, bazen biraz gururu okşanıyor ama sonra geçiyordu. Artık böyle durumları önemsemiyordu. Daha önceleri önemser, bakar, tanışır hatta sevgili olur sonra yine yalnız kalırdı. Böyle birkaç kısa ilişkisi olmuş, sonra silinip gitmişti. Ama kalbinde geçmeyecek yaralar açan uzun ve anlamlı bir ilişkisi de olmuştu.

            Uzaklara dalan bakışında geçmişini izledi. İzlediği kalbinin kırıklarıydı. İzlediği, yine bir sabah oturup kahvesini içerken tanıştığı, sonra birkaç kez tesadüfle arkadaş sonra da sevgili olduğu Burak’tı. Burak yakışıklı, işi gücü yerinde, entelektüel bir adamdı. Ve Rüya hep beklediği adamın o olduğunu düşünüyordu. Her sabah heyecanla ve özenle hazırlanıyor, daha fazla vakit geçirmek için evden erken çıkarak koşar adım kafeye gidiyordu. Burak da kahvelerini almış, elinde Rüya’nın çok sevdiği papatyalarla bekliyor oluyordu. O zamanlar kahvenin, yalnızlığa bir yoldaş değil de birleştirici bir sihrinin olduğuna inanıyordu. Aşıktı ve insan aşıkken her şeye kendini inandırırdı. Özellikle Rüya’nın tutkulu aşkı onu da etrafındakileri de her şeye inandırmaya yeterdi. Ama Burak’ı inandıramadı. İlk zamanlar mutluluktan havalara uçarken, daha sonraları bu kadar tutkudan, aşktan bunalıp Rüya’yı ihmal etmeye, hatta önemsememeye başladı. Bu kadar aşkına rağmen bunu hak etmediğini düşünen Rüya’yla tam burada tartışmalar başladı. Bir zaman sonra, vazgeçilmez hissettiğinde giden herkes gibi Burak da gitti. Gidişini düşündüğünde bir damla yaş süzüldü gözlerinden, her aşk biraz hüzündü nihayetinde. Ama aşk, her şeye rağmen direnmekti birlikte olmaya. Burak direnmemiş, gitmişti. Üzerinden iki sene geçmişti. Hala içini acıtıyordu. Gözlerini dolduruyor, yüreğini sızlatıyordu, her aşk derin izler bırakırdı, biliyordu.

Soğuyan kahvesinden büyük bir yudum aldı. Derin bir nefesle sıcacık havayı göğsüne doldurdu. Zamanın nasıl geçtiğini, geçerken ömürden neler götürdüğünü, geriye ne bıraktığı hayıflanarak kendi kendine gülümsedi. Acıtan bir gülümsemeydi bu, eksik bir gülümseme. Yalnız bir gülümseme…

Saatine baktı, işe geç kalıyordu. Kalktı, yaz çiçeklerinin süslediği sokağın kokusunu içine çekerek yürüdü. Yasemin kokularında saklı kalmış bu eski aşk aklının ücra köşelerinden çıkıp kalbine oturdu. Çok sevince bu kadar hissettirilmemesi gerektiğini henüz anlamaya başlamıştı. Bu hissettirdiği ve yaşadığı aşk dünya da herkesin aradığı ama kolay kolay bulamadığı bir aşktı. Öyle seviyordu o; tutkuyla, bağlılıkla ve deli bir aşkla…

Aklından geçen anıların eşlik ettiği sokağın sonundaki otobüs durağına geldi. Gelen ilk otobüse binip arkalarda boş bir yere oturdu. Yine birkaç bakış izliyordu onu. Aldırış etmedi ve başını cama dayadı, anılarına yolculuğa devam etti. Aşk Rüya’ydı, Rüya’daydı. Kalbinde hep olan, hep olacak olan bir tutku… Birine kalbini açıp olanca aşkını ona yükleyip onun için büyüttüğünde anlamlı olsa da yine aşk ona aitti. Karşısına durmadan birileri çıkıyordu ama o artık kimseye öyle sonsuz bir şekilde güvenip kalbini açamayacağını biliyordu. Önce yalnız başına kimseye tutunmadan kendine gelmeyi başarmalıydı. Çünkü kime tutunup ayağa kalksa tutunduğu onu daha bir hızla yere çarpıyordu. Yerlere saçılan kırıkları ayağa kalkarken hep kendi eline ayağına batıyor, kalbini kanatıyordu. Uzun zamandır bunu düşünüyordu. Aslında uzun zamandır yalnızdı. O hep hayatında ki insanı var sanmıştı, aslında tutunmak istediği bir şeydi. Varlığıyla da, yokluğuyla da olan bir şey. Zaman geçiyor ve yalnızlığa alışıyordu. Neredeyse kimseye ihtiyaç duymadan iç huzuruna erişmiş ve yalnızlıkla barışmıştı. Bu aşamaya gelmek için çok uğraşmıştı.

            Otobüsten inmiş iş yerinin kapısına gelmişti. Şimdi bütün anıları, acıları, aşkı kapının önünde bırakıp içeri girecekti. Akşam çıkarken yine yanına alıp bunları yalnızlığına ortak edecekti. Öyle de yaptı. Gece oldu, yatağına yattı, günün ve anıların yorgunluğunu yastığına birkaç damla gözyaşıyla bıraktı. Sabah yine güneşli güzel bir gün olacaktı ve dünden daha iyi daha az hatıraları anımsayarak kendine daha çok gelecekti. Unutmak iyileştirirdi bütün yaraları, sızısı kalsa da…

            Güneş tüm parıltısıyla odaya dolduğunda kara gözlerini açtı. Derin bir nefes alıp gülümsedi. Her zamankinden daha çok umutlu bir gülümseme yerleştirdi dudağına. Bugün doğum günüydü ve doğum günleri yeniden başlamak için güzel bir sebepti. O da yalnızlığına başlıyordu. Bazen yalnızlık hak edilmeyen bir sevgiden iyidir diye düşündü. Yalnız kahvesini içmek için hazırlanarak evden çıktı. Kafeye geldiğinde karşısında, elinde o çok sevdiği papatyalarla Burak pişmanlıklar içinde duruyordu. Rüya için dünya bir süre durmuş Burak’ın dediklerini duymuyordu. Bütün hüznünü derin bir nefesle içine çekti. Onu duymaya başladığında, böylesine sevilmenin ve güzelliğin kıymetini bilemediği için özür dilediğini duydu. Rüya’nın onca sessiz çığlığı geceleri gökyüzünde yankılanırken duymamıştı da yalnızlığa adanmış bir ömre alışmaya çalışırken nereden çıkmıştı şimdi? Gözlerine uzun uzun baktı. Yüreğinde anılarda ki aşktan başka bir aşk kalmamıştı. Önceden ona; seni öyle çok seviyorum ki, bir gün seni böyle sevmemekten korkuyorum, demişti. Korktuğu başına geldi. Burak giderek, onu yalnızlığın derin çukuruna atarak sevgisini kaybetmişti. Rüya, onu affedemeyeceğini ve artık istemediğini söyleyerek uzaklaştı. Artık o da Burak’ı o çukura bir sözüyle atmıştı. Çünkü sevgisizlikti, en büyük yalnızlık.

            O sıcak sabahta yasemin kokularının sindiği dar sokakta yürürken yüreğinde bir ferahlama hissetti. Acılara dönüşmüş bütün anılardan ona acı veren aşk geri döndüğünde kurtulmuştu. Yalnızdı, ama artık yalnızlığını seviyordu. Bundan sonra kimse ona bu acıları yaşatamayacaktı. Çünkü kimseye ona ait yalnızlığını sunmayacak, kimseye yüreğini kapılarını sonuna kadar açmayacaktı. Bunu bu genç yaşında,  tutkulu kalbiyle yaşadığı sevgisiz zamanların acı tecrübeleriyle öğrenmişti. Yalnızlık içindeki güçtü artık ve bu hayat böyle devam edecekti. Tutkusunu yalnızlığa yükleyerek yaşayacaktı artık her şeyi. Yaşamak da bir tutkuydu nihayetinde, yalnızlık da…