Reklam

Fasulye kadar

Fasulye kadar
09 Haziran 2021 - 13:39
Tuğçe Kozan
Şu günlerdir dinmeyen ağlama sesi yüzünden mi uyandı, yoksa onu uyandıktan sonra mı duydu, bilmiyor. Bir bebek, hemen bitişiğindeki odada canhıraş bir halde ağlıyor. Erkek mi, kız mı? Mühim değil. Hem ağlama sesinden de anlaşılmaz ki zaten. Bütün bebekler ağlarken aynı derecede rahatsızlık verir. Bir kadın pışpışlıyor onu, bir de adam var yanında abuk sabuk sesler çıkarıyor. Çare o ya, zavallılar susturacaklarını zannediyorlar. İkisinin de gözleri parlıyor on günlüğe bakarken –olsun yine zavallılar. 
İpek, yataktan çıksa, saatlerdir biriktirdiği sıcaklığı kaybedeceğinden korkuyor. Sanki üşüyecekmiş gibi yaz sıcağında. Uzanmaya çalışırken kolu boşlukta bir iki salladıktan sonra perdeyi yakalayıp çekiyor, günışığı ince bir aralıktan süzülüp yüzüne yansıyor. Aynı manzarayı görünce ofluyor. Göğe bahçe kurmuşçasına yeşerttiği terasında elinde sigarası yarı çıplak dolanan meczup, işte yine karşısında.  Sinir oluyorum şu adama. Gün boyu toprakla uğraşıyor, teri de kurumaz hiç. Karısına acıyorum, bıyıkları sapsarı olmuş. 
Böyle mutlulukla toprakla uğraşanları hiç sevmez. Köyde büyümüştü ve orada ki herkesin zoraki mutluluk kaynağı topraktı. İpek, nefret ediyordu topraktan, nefret ettirilmişti. Büyük şehirde, kimsenin kimseyi tanımadığı, uğursuz diye çağırılmayacağı bir yerde yaşamak istiyordu. Üniversiteyi kazanmayı en çok bunun için istemişti. Bu küçük, kokan yerden gidecek ve bir daha geri dönemeyecekti. İstediği gibi de oldu.    
Loşlukta tekrar yatağın içine gömülüyor. Susmuyor, susmayacak, sağır olsam keşke…
Odanın kapısı çalınıyor. Başına kadar çektiği örtüyü kaldırıp “Gel,” diye mırıldanıyor.
Yaşlı kadın ürkek adımlarla içeri girip, kucağında bebeği yanı başına bırakıp yalvarırcasına “Kızım bu çocuk aç, biraz olsa emzirsen.” diyor.
Ne çirkin. İri bir fasulye gibi tombul, bembeyaz. 
“Başka sebepten huysuzlanıyordur, uykum var, sonra.”
“Ah! Yavrum etme… Pencereyi açayım, temiz hava solu, iyi gelir.”
“Kalsın.”
Kadın bebeği alıp, ağlamaklı ifadesiyle odadan çıkıyor. Sebepsiz kalkıp pencereyi açıyor. Hava kurşun gibi; ağır, gri, soğuk… Şiddetli bir rüzgâr çıksa da, şu adamın diktiklerini söküp sokağa saçıverse. Hiç kasalarda sebze yetiştirilir mi canım? Olacak iş değil, hele ki fasulye. Ona verimli toprak, bolca su gerek. Şehir insanı işte, çocuk gibi oyalanacak iş arıyor. Hem Hatice Ana gibi çapalamadan olur mu? Olmaz.
Tuvalete gitmek için çekine çekine odadan çıkıyor. İlk fırsatta kucağıma atacaklar su tombul, beyaz fasulyeyi. Yeni doğmuş bebek evinden gelecek en son koku genzini doldurunca kendini tutamayıp öksürüyor. Mutfak kapısının önünden geçerken uykusuzluktan mı artık ağlamaktan mı gözleri kan çanağına dönmüş adam tezgâha yaslanmış sigara içiyor. Küllük dolmuş taşmış. Buluşan gözleri hemen ayrılıyor. O kısacık an dile dökülmeyen sözler sanki havada çarpışıyor. Çivi gibi çakıldığı yerden kendini söküp yoluna devam ediyor.
İşimi göreyim hemen yatağıma döneceğim.
Her daim hesaba katılmayan bir şeyler mutlaka olur. Pamuk ayağına dolanıp, türlü sevimlilikler yapınca bekliyor. Sen oyun mu istiyorsun bakalım? Yoksa acıktın mı? Mama ve su kabını doldurup “Pamuğum musun sen benim?” diye uzun beyaz tüylerini okşayarak seviyor. Kedi bu, sevgi arsızı mayıştıkça mayışıyor.
“Gözlerime inanamıyorum, sen benim âşık olduğum kadın olamazsın” diyor adam. 
Ağlamaktan kızarmış gözleri. 
Karşılık vermeden odasına kaçacak oluyor, adam ondan önce davranıp, kapının koluna yapıştığı gibi kilidi çeviriyor. 
“Hayır, kendini bu odaya hapsetmene izin vermiyorum”
 “Can, oğlum sus, varma üzerine” diyerek yetişiyor yaşlı kadın.
“Bırak anne, şu kediye verdiği sevgisini kendi canından, kendi kanından nasıl esirger anlayamıyorum.”
Bu kadar basit işte. Yıllarca aynı sorunun cevabını boşa aradım durdum. Beni neden sevmedi? Neden? Neden? Neden? Güneşin altında, o kızgın toprakta saatlerce çalıştım… Ses etmedim, ne dediyse yaptım. Ama ben onun kendi canından, kendi kanından değildim ki. Anam değil. Analığımdı. Hatice Anaydı o. Hem babamı seviyordu ya, neyime yetmiyor. Beni dövse, aç bıraksa ne olur! Hem ne aç bırakması. Ölmüş kadının ardından yalan konuşmak günah. Koca bir bahçe kuru fasulye ekerdi, ben de iş gördüğüm kadar pişirdiğinden yerdim işte. Her akşam bir tabak… Aç yatmazdım. Hem öyle olsa babam “sen niye bizimle yemiyon gız” diye sorduğunda “Aç değilim” der miydim hiç.
Annesinin tuttuğu kolu savuruyor adam. Yanağına süzülen yaşları siliyor. Kadının yüzünü ellerinin arasına alıp “İpeğim, güzel gözlüm, sen değil miydin Can’ım bir çocuğumuz olacak diye etekleri zil çalan. Bak içeride ağlıyor, senin kokuna, sıcaklığına muhtaç”
“Benim de annem yoktu, bak ölmedim”
“Hayır, bu sen değilsin.”
Benim…
“Bir çocuğum olsun onu dünyadaki her şeyden çok seveceğim diyen kadın gidip…”
 Hatice Ana’ya göstermek içindi ama görmeden öldü. Artık sevmesem de olur.
…yerine karşımda duran bu zalim kadın gelmiş olamaz”
Zalim olan doktor. Fasulye kadar dedi ona. Demeseydi. O günden beri istemiyorum onu. İnatçı düşmedi işte. Ben inat edip doğmasaydım annem ölmezdi. Bu bebekte bana çekmiş olmalı. 
Pamuğu kucakladığı gibi odaya gidiyor. Ağlama sesi dinmiyor, aksine artıyor. Bir bebek, bir adam, bir yaşlı kadın ağlıyor da ağlıyor.