Reklam

Sağ iktidar stratejisine mizahi bir bakış: Sabotaj

Sağ iktidar stratejisine mizahi bir bakış: Sabotaj
15 Kasım 2021 - 15:07

Metin Yetkin
[email protected]

            Selim Erdoğan’ın “Anadolu’da Hazin Bir Komplo Öyküsü” alt başlığını taşıyan “Sabotaj” isimli romanı İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, Türkiye’nin güncel politik atmosferine mizahla yaklaşırken okuru bilfiil içinde bulunduğu, başka deyişle maruz kaldığı absürditeye yabancılaştırarak dehşete düşüren bir anlatı.
            Selim Erdoğan 1970 yılında İzmit’te doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu yazar uzun yıllar sermaye piyasaları ve enerji sektörlerinde çalıştı. 2012 yılında “Denizatı Vadisi” adlı ilk romanı yayımlanan Erdoğan’ın, “İkibinseksendört, Gofer Ağacı, Trinidad’ın Dönüşü, Kurbağa Adası-Bir İstanbul Distopyası” isimli kitapları mevcut. Genellikle bilimkurgu/spekülatif kurgu eserleriyle tanıdığımız yazar, yakın zamanda raflarda yerini alan “Sabotaj-Anadolu’da Hazin Bir Komplo Öyküsü” kitabında ise Türkiye’nin yakın zamandaki siyasi macerasının vardığı noktayı irdeliyor. Tabii, yazarın çoğu eserindeki politize olma durumu bu eserinde de ortada. Kitap, Boğaziçi Üniversitesinde fizik hocalığı yapan Gürler Gür’ün, Berhava İleri Teknolojik Araştırmalar Külliyesi’ne yapılan “en az on beş kişinin öldüğü” sabotajı araştırması için meclis komisyonu tarafından görevlendirilmesini konu edinmekte. Gür’ün bu görevi kabul etmesinin nedenlerinden biri de üniversite aşkı Leyla Taner’in sabotajda yaşamını yitirenler arasında olması. Öte yandan Leyla’nın günlüğünü bularak kendisi için ne düşündüğünü de öğrenmek istiyor. Böylece, eşi Nurgül ve oğlu Mete ile “son dönemde iktidarın ve sonra herkesin gurur kaynağı” olan külliyeye geliyor. Burada şu noktanın altını çizmeli: Yerleşik olmak isteyen her iktidar bir genesis miti yaratmayı tarihi bu mit üzerinden yeniden kurgulayarak sürekli değişen milliyetçi bir diskur oluşturmayı amaçlar. Bu bağlamda sağ radikalizm diye adlandırılan iktidar aslında insanları kitlesel olarak etkileyen onların kolayca yönetilmelerine hizmet eden akli temele dayanmasa da akıllıca bina edilmiş bir diskurdan ibarettir. Bu stratejinin korunması için de asla ete kemiğe bürünmeyen, var ile yok arası potansiyel bir düşmanın yahut düşmanların her zaman saldırı halinde olması şarttır. Böylece, ne olduğu belirsiz birtakım yasalar iktidarın istediği gibi at koşturmasını sağlar. Bu yasalar, kitapta “Milli Sırlar Yasası” başlığıyla yer alır. Nitekim, elle tutulur hiçbir başarısı olmasa da “milli gururumuz” olan teknoloji külliyesine yapılan saldırının da “Çinli bir ninja” tarafından gerçekleştirildiği düşünülmektedir çünkü sağ radikalizm anlatısındaki Türkiye mitolojik temelli önermelerin ışığında dünyanın en büyük ülkesi olacak yegâne ülke olarak kurgulanmıştır. Ancak, meclis tarafından araştırma yapmakla görevlendirilen Gür’ün hiçbir sorusuna Milli Sırlar Yasası yüzünden açık bir yanıt verilmez. Üstelik, milli bir mimariye sahip olduğu düşünülen külliye aslında mimariyle hiç de ilgisi olmayan birkaç kişinin (Başkan ve direktör) fikirleriyle dizayn edilmiş dış gerçeklikten kopuk mitik bir mekândır. Bu mekânda yapılan çalışmalar ise bilimsel bilgiyi mitik bir anlatıya dönüştürmekten ibarettir, Külli hesap, Endülüs geometrisi gibi birtakım terimler bilinen bilimsel gerçeklerin karşısına konmuştur. Bu tarz “kadim bilgiler” somut bir şekilde açıklanamasa da bütün dünya güya onların peşindedir. Bu kadim bilgiler asla bilinemese de en parlak beyinler onlar üstüne çalışmaktadır. Öte yandan iktidar ve onun kolları kendilerine has bu örtmeceyi komplo teorileri ve paranoya ile destekler. Her şeyin arkasında İngilizlerin olduğuna, dünyayı onların yönettiğine dair komplo teorileriyle yarattıkları paranoyak atmosferde ırkçı ve ayrımcı bir izlektedirler ki bütün iktidar onlarda toplansın. Bu doğrultuda insanları soyağaçlarına göre işe alırlar. Özbeöz Türk ve Müslüman olmayanlar işe alınmaz. Ailesinde komünist olan yahut külliye direktörünün tabiriyle “affedersiniz Ermeni” olanlar orada çalışamaz. Böylece kendilerine sayısız imtiyaz sunarlar, külliyede çalışanların çoğu direktörün akrabasıdır mesela! Tüm bu absürt -ama reel- olaylar Gür’ün ironik üslubuyla komik bir hal alsa da komik unsura gülerek yabancılaşan okur giderek büyük manzaraya yaklaştığının ayırdında olduğu için belli bir yerden sonra irkilmeye, dehşete düşmeye başlar. Asıl vurucu olan ise Davut Ahmetoğlu gibi isim oyunlarından ziyade yazarın sağ radikalizm diskurunu çok iyi analiz etmiş olmasıdır. Neredeyse her cümle bir gönderme olup birçok cümle aslında iktidarın diskuruna işaret eder. Başka bir deyişle topluma sistematik olarak diretilen bir erginlenme işlemi gözler önüne serilir. Burada özellikle ileriki bölümlerde göreceğimiz üzere yasa da önemli bir rol oynar. İsnat edilen suçlar, tutuklamalar, Silivri Cezaevi… Kafka’da, Camus’de olduğu gibi yasa vardır ama yoktur. Yasanın var olmaklığı üzerinden iktidar dilediğini gerçekleştirir. Bana göre ilginç bir nokta şudur: Darko Suvin, Metamorphoses of Science Fiction kitabında bilimkurgunun üç temel özelliğini: “Bilişsel, yadırgatma ve novum” terimleri üzerinden açıklar. Ampirik tecrübeye yaslandığı için bilişselin sınırından çıkmayan anlatı okuru yadırgatarak metnin merkezi önermesi olan novum içerisinde mantık dışına çıkılmadan farklı bir çevrede sunulur. Kısaca, bilimkurgu geleneğinden beslenen bir yazar olarak Selim Erdoğan artık güncel olanın kendiliğinden [bilim]kurgusal bir kisveye büründüğünü işaret ediyor gibi. Başka bir deyişle, şu soruyu sorabiliriz: Kabul ettiğimiz ya da maruz kaldığımız habitus ne derece [bilim]kurgusal? Daha da ileri gidersek bilimkurgu-kurgu-realite arasındaki fark[lar] artık ne derece belirgin?
            Bu bağlamda “Sabotaj” ne bir distopya ne bir bilimkurgu ne de kısmi bir polisiye. Hatta spekülatif kurguya dahil etmek de güç. Aslına bakarsak romanda abartı ve ironi olduğunu söylemek dahi bir noktadan sonra güçleşiyor. Nitekim Adorno, “Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri” kitabında sağ radikal hareketlerde siyasetin esasını propagandanın teşkil ettiğini belirtir. Böyle baktığımızda kitlelere sirayet eden sağ diskurun abartısızca aktarıldığı görülebilir. Direktörün zikrettiği “Havayı görüyor muyuz? Görmüyoruz. Yok diyebilir miyiz?” mantığı en azından benim için ne ironik ne de komik: Dehşetengiz. Tüm bunların yarattığı absürdite ise kendiliğinden mizahi bir damar katmış. Zira dehşet karşısında iki şey gelir erden: Ya korkmak ya gülmek. Absürdite karşısında dehşete düşen, siniri bozulmuş birinin gülüşü gibi bir roman Sabotaj…