Reklam

Özge Deniz yazdı... Yaz yağmuru

Özge Deniz yazdı... Yaz yağmuru
07 Ocak 2022 - 14:03

Özge Deniz

Ruhun çırılçıplak
Hiç sevilmemiş
Hissetmemiş aşkı
Görünmeyene tutulmuş
Kimsesiz yalnız
Kır çiçekleri gibi.

Hırçın denizin köpükleri kıyıya vuruyordu.  Kumsalda yalınayak yürürken ayağına çarpan soğuk köpükler bile engelleyemiyordu düşüncelerinden sıyrılmasını. Ne çok isterdi hiç tanımadığı birine içini dökmeyi, dertleşmeyi ve sonra çekip gitmeyi. Kimsenin onu tanımadığı bir yerlerde yeniden hayata başlamayı.  Bu akşam yıldızlar bir başka güzeldi. Yakamozlar gecenin karanlığında ışıl ışıl parıldıyordu. Ay tüm muhteşemliği ile denizin üzerinde nazlı nazlı süzülüyordu. O da ne? İleride birisi mi vardı sahilde, ona mı öyle gelmişti? Bir karaltı, erkek silüeti vardı. Gittikçe Eda’ya yaklaşıyordu. Birden adam durdu. Şezlongun birine oturdu. Uzun süre sessizce birini bekler gibi bekledi. Eda, caddedeki sokak lambasından yansıyan ışıkta gizemli adamın yüzünü daha net görüyordu. Adam ne kadar da Sedat’a benziyordu. Sırf merakından ateş isteme bahanesiyle yanına gitti. Onu daha yakından görme fırsatı olmuştu. Hayır, o değildi fakat çok benziyordu. İçi rahatlamıştı. Sigarasını yaktıktan sonra teşekkür edip adamın yanından ayrıldı. Kaldırımda taburede oturan dondurmacının yanına gitti.
“Mükemmel bir hava, tam dondurmalık. Bir külâh vanilyalı dondurma yemek ister misiniz?”
dedi dondurmacı.
“Evet, hava çok güzel ve vanilyalı dondurma istiyorum. Sigaram bitsin alacağım,” dedi Eda. Hafif bir gülümseme belirdi dudağında. Bu, on beş yıl önce yaşadığı hüzünlü; kendini affedemediği anısını hatırlattı ona. Arkadaşlarıyla da vanilyalı dondurma yerlerdi.
Her yaz, üç ay boyunca ailemle Kuşadası’ndaki evimizde kalır; buradaki arkadaşlarımla dolu dolu bir yaz tatili yapmadan İstanbul’a dönmezdim. Yaz arkadaşım Sinem ve abisi Sedat ile diğer arkadaşlarımdan daha sıkı fıkıydık. Onlarda gece yatıya kalırdım. Sohbet ederken günün nasıl bittiğini anlayamaz, oradan ayrılmak istemezdim. Sibel teyze “ burada kal gitme” deyince dünyalar benim olurdu. Tabii Sedat’ı daha fazla görme imkânımı da saymıyorum. Sedat’a karşı içten içe sevgi beslemem, ona karşı duygularımı söyleyememem beni onlardan ayrılmamaya itiyordu. Her şey çok güzeldi. Ta ki on yedinci yaşımızın yazına kadar.
 Sahilde ateş yakıp doğum günümü kutlayacaktık.
Sinem “Doğum günü kızının pastası benden. Kendim yapacağım. Sakın pasta falan almayın. Herkes saat dokuzda sahilde olsun,”dedi.
Ömer de ekledi.“İçecekleri ben alırım.” Arkadaşlarım kutlamayı hep beraber organize ediyorlar, benim için her şeyi hallediyorlardı. Ali “Süsler ve balonlar da benden,”dedi.
Bu sözlerden sonra mutluluk seviyem zirveye çıkmıştı. Arkadaşlarım beni ne kadar çok seviyordu. Doğum günümü benim yanımda planlıyorlardı. Çünkü sürprizleri hiç sevmezdim. Bu huyumu bilirlerdi. 
Doğum günü akşamı ilk gelen Ömer’di. Sedat dershane çıkışı direkt sahile gelecekti. Ali de gelmek üzereydi. İkizler Pelin ile Demet de gelerek sürpriz yaptı. Sinem’den ise haber yoktu. Ben doğum günüme gelen diğer arkadaşlarımı karşılıyordum. Bu arada aklım sürekli Sinem’deydi. Park etmiş arabaların arkasında Sedat’ı gördüm.
Elinde kocaman bir hediye paketi vardı. Yanında da Sinem pastayı tutuyordu. İkisini birlikte görünce çok sevindim. Yersiz endişeye kapılmış, aşırı meraklanmıştım. Demek Sedat eve uğradığı için gecikmişlerdi. Onlar da gelince ateşin etrafını çevreleyecek şekilde oturduk. Demet, Fikret Kızılok’un bestesi olan “Gönül” şarkısını gitarla çalmaya başladı, Pelin de sözlerini söyleyerek ona eşlik etti. Fakat öyle kaptırdık ki kendimizi, hep birlikte söylemeye başladık.

Böylesi sevdiğin için
Bir kördüğüm oldu için
Ağlıyorsun için için
Demedim mi sana gönül?


Nakaratın o bölümünde çok duygulandım, gözümden bir iki damla yaş aktı. Elimin tersiyle kimseye belli etmeden sildim. Şarkı bitince Sinem “Arkadaşlar Eda pastayı üflesin, hediyelerimizi verelim ve eğlenceye geç saatlere kadar devam edelim,”dedi. İyi ki doğdun Eda, İyi ki doğdun Eda,” eşliğinde mumları üfledim. Hepsi ayrı ayrı tebrik etti beni. Aldıkları hediyeleri verdiler. En tatlı hediye Sedat’ın hediyesiydi. Neredeyse boyum kadar diyebilirim pembe renkli, kahverengi papyonlu bir peluş ayı almıştı. Kızlar sırayla sarıldı ayıya. Eline alan “Ay çok sevimli bu,” diye bağrına basıyordu.
İlerleyen saatlere kadar gecenin maskotu oldu. Saat bire doğru bazı arkadaşlar ayrılmaya başladı. Sinem yanıma geldi. Fısıldayarak “İkizlerle gidiyorum. Ağabeyimle yalnız kalın. Umarım birbirinize açılırsınız. Bu fırsatı kaçırmayın,”dedi. Ben “O bir şey demezse, ben açılamam. Hem sen yalnız gidebilecek misin? İkizlerin evinden sonra, eve kadar iki durak yalnız yürüyeceksin,”dedim. “Sen beni merak etme. Tabii ki giderim. Güzel haberleri yarın konuşuruz,”dedi Sinem. Kısa süre sonra Sedat ile baş başa kalmıştık.
“Eda. Çok uzun süredir senden hoşlanıyorum. Cesaret edip bir türlü açılamadım. Sinem yüreklendirdi. Doğum gününde söyle dedi bana, ben de cesaretimi topladım ve söylüyorum işte. Benimle çıkar mısın?”dedi. “Evet çok isterim. Doğum günü hediyesi için tekrar çok teşekkür ederim. Çok güzel,”dedim. Omzuma elini attı. Tam o sırada burnuma bir yaz yağmuru damlası düştü pıt diye. “Eyvah yağmur,”dedim. Çok geçmeden bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Koşarak markete girdik. Dinmesini bekledik yağmurun. Zaten on dakika sonra yavaşlamıştı. Sedat eve kadar bıraktı beni. O kadar mutluydum ki. Koltuğa kıvrıldım, hayallere daldım. Telefonun sesiyle, düş dünyasından çıkıp, kendime geldim. Bu saatte kim arıyordu? Ahizeyi kaldırdım.

Dondurmacının sesiyle irkildi Eda.
“Dondurman hazır abla,” dedi. Eda’ya uzatıyordu. Eda sigarasının bittiğinin farkında değildi. Kendi kendine yanıp bitmişti. Sigarayı çöpe atıp ellerini ıslak mendille sildi.
“Hım… Çok lezzetli, kokulu. Aroması bir başka,” dedi.
“Vanilyayı İngiltere’den getirtiyoruz. İçindeki minik siyah parçacıklar vanilyanın kabukları, aromayı yoğunlaştıran onlar,” dedi dondurmacı. Tezgâhın altından tabure çıkardı, Eda’ya uzattı. “Rahat rahat ye. Aceleyle yeme, tadına öyle varırsın,”
“Şezlongda oturan adamı tanıyor musun? Buralardan mı?”diye sordu Eda. “Yok abla. Tanımıyorum,” dedi. Dondurmacının telefonu çalmaya başladı. Eda, Sedat’ın onu aradığı günü anımsadı tekrardan.

Sedat “Sinem eve gelmemiş. İkizlere de gitmemiş. Sende mi diye sormak için aradım. Yoksa polisi arayacağım,”dedi. Aklıma olumsuz, kötü şeyler getirmek istemiyordum. Sesimin titremesini engellemeye çalıştım. Canlı ve güven veren bir tonla konuştum.“Bizde değil.  Sen polisi ara, ben de annemle geliyorum, merak etme kötü bir şey yoktur,”dedim. Aslında çok korkuyordum. Ekipler bir yandan, biz bir yandan elimizde fenerlerle Sinem’i aradık. Olabilecek, olamayacak, her yere bakıyorduk. Kuyulara, çukurlara, ağaç diplerine baktık. Ay’ın ışığı yolumuzu aydınlatıyor, sanki o da bize yardım ediyordu. Yolun her iki tarafına dikilmiş ağaçların yol boyunca uzandığı kısma gelince, yağmurdan ıslanan asfaltta kan izleri ve kırık far parçalarını gördüm. Arama ekibi de arka tarafta “Sinem Sinem,” diye adını söyleyerek aramaya devam ediyordu. Kanı görünce gözyaşlarımı tutamadım. Kaza olduğu belliydi. Sağ taraftaki kurumaya yüz tutmuş dere yatağında bir karaltı gördüm. Hızla o yöne koştum. Sinem’di. “Buldum, buldum onu diye,” bağırmaya başladım. Boğazım yırtılırcasına bağırdım. Dizlerimin üstüne çöktüm. Hüngür hüngür ağlıyordum. Yaşıyor muydu? Ölmüş müydü? Bilmiyordum. Ama bulmuştum. İçimdeki yangın biraz olsun azalmıştı derken tam o an, arama ekibinden birilerinin dediklerine şahit oldum. “Kazazedenin yoldaki sık ağaçların arasından buraya düşmesi imkânsız. Belli ki dolaylı kast var.”
Sabaha karşı hastanedeydik. Ameliyata alınmıştı ve doktordan gelecek haberi bekliyorduk. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Doktor Sinem’in hayatının bir kısmını tekerlekli sandalye kullanarak devam ettireceğini ama ileriki yıllarda sağlığına kavuşabileceğini söyledi. Yani umutsuzluk yoktu. Çok sevinmiştim. Gece onun başında bekledim. Öğlene doğru gözlerini açtı. Doktor Sinem’in odasına geldi. Gerekli açıklamaları ona yapıp gitti.  Sinemin yüzü hiç gülmüyordu. Hemen ona sarıldım. “Duydun mu iyi olacaksın, her şey eskisi gibi olacak. Gülüp eğleneceğiz,”dedim. Sinem’in gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. “Hayır, Eda.  Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hayatım bitti.” Ben yine ısrar ettim. “Hayır, biz tutunamayanlardan olmayacağız. Sıkı, çok sıkı tutunacağız bu hayata. Vazgeçmeyeceğiz,”dedim.


Denizden bağrışmalar, kahkaha sesleri geliyordu. Teknede oturan gençler eğleniyordu. Eda dondurmacının yanında ayrılıp gençlerin yanına gitti. O da bir zamanlar arkadaşlarıyla böyle neşeyle eğlenirdi. O günleri özlemişti. 
Eda, olaydan sonra epey bir zaman Sedat’la vurkaç yapanları aramıştı ama bir sonuca ulaşamamışlardı. Olayın peşini bırakmak zorunda kaldılar. Sinem, uzun tedavilerden sonra sağlığına kavuşmuştu. Eda, yoğun iş temposundan iki yıldır Sinem’le görüşemiyordu. Sedat’la ise çok uzun yıllardır görüşmemişlerdi. Sedat olaydan sonra üniversiteye hazırlanmayı bırakmıştı, yurt dışına yaşamaya gitmişti. Daha dönmeye niyeti de yoktu. Kendini hâlâ affedemiyordu. Mutlu olabildiği bir hayat kurmaya çalışıyordu orada. En önemlisi, Eda da kendini affedemiyordu. Telefonu eline aldı. Sinem’i aradı.                                                                     
“Sana geliyorum."
"Tamam. Gel.”

Eda sevinçle arabasına bindi. Navigasyonu İstanbul-Kuşadası olarak ayarladı.