Reklam

Aynada bir veda

Aynada bir veda
15 Aralık 2020 - 15:11

Züleyha Palo

 Akşam güneşinin gölgelediği yolda ilerliyor. İlerlemeyi severdi ya, doktor olmuş, ilerlemişti. Eve doğru bakınca kalbinden “cız” gibi bir ses duyuyor ve hızlandırıyor adımlarını. Bir adım, bir adım, bir adım daha ve eli mavi renkli demir kapının üstünde. İşte o kapı… Paslanmış mı ne, dargın mı yoksa? Ya da konuşur gibi:
                    “Çok beklettin Ender.  Emel evlenip gitti, sen yoktun.”
                     “Sus, konuşma, bitirme beni!”
                    “Son ana kadar ‘Gelecek, mutlaka gelecek, Ender gelecek’ diyen annen göçüp gitti, sen yoktun...”
                    “Sus, konuşma diyorum sana!”                        
                    “Sensiz bir hüzün gibiydiler, bir son, bir veda… Terk ettiler. Kalan olmanın eksikliğindense… Annen sonsuzluğa gitti, Emel sessizliğe…”                
                  “Sus konuşma, bitirip durma beni. Emel de böyle yazıyordu mektubunda.”
                   Ender kapı ile konuştuğunu fark ediyor.
                  “Susmayacağım! Emel, hani mahallenin azgın çocuklarına karşı koruduğun kardeşin hep bekledi seni. Şimdi gir içeri hadi üşüteceksin.”
                    Ender bir kez daha aynı cümleyi kuruyor: “Sus konuşma…” Etrafına bakıyor.  Etrafta kimseler yok. Ev ıpıssız ama dayalı döşeli. Yüklüğün önüne çekilmiş perdenin rengini anımsıyor. Üşüyerek içeri girdiği akşamlarda karşıdaki sandalyeye oturup çiçeklerini sayardı bu perdenin. İlerliyor avlu boyunca. Misafir odasının kapı boyası az dökülmüş, önündeki yüksek seki de yerli yerinde duruyor. “Atlamayın Ender, yeter artık, bir yerinizi kıracaksınız” Etrafına bakıyor sesi takip etmek için ama gel gör ki ses bir anda kesiliyor. Ve bir hüzün dalgası yalıyor gözlerini…
                “Annen çok acı çekmedi ölürken. Bekledi, hep bekledi…” “Gelecek, mutlaka gelecek, Ender gelecek…”  “Geldim anne duyuyor musun?..” Ender’in dudaklarından bir yakarış gibi dökülüyor bu cümle. Avlu boyunca ilerlemeye çalışıyor cılız adımlarla. Soluk almasa bir karanlığa gömülecek. Soluk alıyor, hızla soluk alıyor ve yine üstüne üstüne yürüyor acının, anının… Anı ve acı biriktirmişlerdi bu evde ama şimdi yoklardı işte… Kendini de mi yok etmeli bu gidişle?..
                Mutfağın kapısı aralık. İlerliyor. Eşyalar sivri uçlu bir bıçak gibi de batar mıymış insanın kalbine?  Ama işte şimdi batıyor, gerçekten batıyor. Mutfak önlüğü batıyor ilkin kalbine, sonra siyah saplı bıçak. Sonra masa örtüsü batıyor kalbine, sonra yeşil tencere, sonra duvarda asılı kepçeler. “Ender büyük kepçeyi bana getir oğlum.” “Tamam anne.” Kepçeye doğru ilerliyor, kepçe orda ama ses yok. Bir hüzün dalgası yalıyor gözlerini…
                Dönüyor mutfaktan, geçiyor avluyu, oturma odasına doğru ilerliyor. Televizyon yerinde. Sedirler yine karşılıklı. Duvarların rengi aynı sayılır. İyi dayanmış duvarlar, duvar dayanıyor ya insan? İnsan ise çürüyor…  Elleri titriyor. Belli ki ellerinden başlıyor çürümeye…  Boğazına dolan hıçkırıkları tutuyor, inatla tutuyor. Vefasızlığının bedeli olmalı tutulup kalmak, biraz gözyaşı akıtsa rahatlayacak. Tutuyor ama…
              Pencereye bakıyor, güney cepheli aynı pencere ve güneş ışıkları da yine aynı renk ve gölge ile düşüyor odaya. Bu renk, bu an, bu gölge kalp atışlarını hızlandırıyor. Anı ve öncenin gölgesi sarıveriyor ruhunu. Bu an çok tanıdık… Yıllar öncesine ait ama eksik… 
                 “Ender İzmir’e gittiğinde arayı çok açma.” “Tamam” demişti o gün Ender Emel’e. Ama yıllar sonra döndü, yıllar sonra…  “Tamam, tamam, tamam! Döndüm işte, bak döndüm anne!” diye bağırırken buluyor kendini. Sonra sedirin başucunda asılı duran aynaya bakıyor. Aynanın arkasına uzatıyor elini ve annesinin son vedasını yaptığı mektubu bulup çıkarıyor. Çürümeye başlayan elleri ile açıyor kâğıdı ve okuyor:
                “Emel sana gerçeği yazdığından beri hep soğuktun bana. Annen değildim ben. Anne doğurmakla mı olunuyor? Ben seni ellerimden, gözlerimden ve ruhumdan doğurdum. Ne fark ederdi ki, ruhum anne kadardı…  Bekledim seni, öfkenin geçmesini. Gelmedin. Seni görmeden öleceğim. Gelecek, Ender gelecek, dedim yıllardır. Evet, sen geleceksin, bu ıssız evi, avluyu, mutfağı, bu odayı gezeceksin. Eşyalar yüreğine batacak, güneşin gölgesi kalbini sıkıştıracak. Güçlü ol. İşte tam bu anda güçlü ol. Ben sana dargın değilim. Sadece gelmedin, hepsi bu... Yeter ki işte tam bu anda acının sonsuz olmadığını bil.”  Annen.
               Bir hüzün fırtınası çarpıyor gözlerine. Ağlasa geçecek ama yok, ağlamıyor. “Anne döndüm işte bak, duyuyor musun?...” Ses yok. “Anne döndüm işte bak, duyuyor musun?” Ses yok. Oda aynaya saklanıyor, Ender ruhunun arkasına. Oda çalkalanıyor ruhunda, ruhu çalkalanıyor aynada.
             “Anne döndüm işte bak, duyuyor musun?” çığlıkları ile hızla mutfağa koşuyor. Siyah saplı bıçağı çok geçmeden buluyor ve boğazına dayıyor…
              Bir ses duyuyor sanki: “Ender dur, yapma, sakın yapma!”
             Bir ara Emel’i görür gibi oluyor ve…