Reklam

ÖYKÜ/Nihan Güner yazdı... Farklı aksanların insanları

ÖYKÜ/Nihan Güner yazdı... Farklı aksanların insanları
09 Aralık 2020 - 14:00
NİHAN GÜNER

Hızla seyahat eden ışık huzmeleri taksinin karanlık boşluğunu mütemadiyen aydınlatıyor, bir sonraki ışığa kadar kayboluyordu. Alnımı yasladığım camın soğukluğunda yüzümün diri ve canlı yansımasıyla göz göze geldim. Gözlerimin kendi gözlerimle buluşmasını olabildiğince uzatmak pek kimseyle paylaşmadığım, bana özgü bir mütevazilikti. Biçimsiz bir vakit tanımadığım genç bir adamla aynı havayı teneffüs ettiğim ortamdan çok, gecenin sonundaki havuca odaklanıyordum. Evimin huzuruna kavuşmama şunun şurasında… İçinde kaybolduğum düşlerimi bir kelimeyle bozdu.


Her toprağın kendine has mahsulü, havası, suyu, küçük, büyük baş hayvanları, kendine has tuhaf insanları vardır. Kısıtlı alanlarda kulağa sıkıca yerleştirilen kulaklık, benim şehrimde ‘paralel evrendeyim, lütfen rahatsız etmeyiniz’ manasına gelirken, başka yerlerde ‘müzik dinliyorum ama ne zaman söze girersen kulaklığımı hemen indirebilirim’ anlamına gelir nedense.
“Napaan?”
Ne yapıyorsun, nasılsın, ne haber değil, napan. Soru eklerinin kifayetsiz kaldığı, son heceyi nazikçe sündürmek suretiyle soru cümlesi kurulan aksanlarını anlamam, çabaya ve zamana mâl olmuştu. Yine de sevmiştim ‘oraşların’ insanlarını.
“Napayım, sen napan?” aksanlarınca cevap verme gereksiz gayretim ne hikmetse her seferinde sempatiyle karşılandı. Alay olarak algılanmadı. Konuşma şekliyle maytap geçmek kültürlerinde yoktu anlaşılan.
“Napayım be, yatarım bütün günü de babam der, ‘Ne için yatan, galk, çalış’ moralim bozuktur istemez canım bişeycik yapayım.” Küçük bir ’sen nasılsın’ a verilen koca bir cevap sonrası kısa bir sessizlik yaşandı.
“Yaw ne oldu biliiiin?”
“Yok bilmiyorum, ne oldu?” Ne bileyim ben ne oldu.
“Benim gız beni boynuzladı.” Yok artık!
Yanaklarıma doğru aniden tırmanan sıcaklık, önce yüzümü sonra bütün vücudumu kapladı.
“Ne utanın be, bütün ada bilir. Garı beni boynuzladı.”
“Ne diyeyim, geçmiş olsun.”
“Tanıyalı çok uzun zaman olmadıydı da… Hani insan zaman değil da, o iki parlayan kara elmasa kapılır ya.”
“.”
“Sevgilin vardıır?”
“Var.” Yok.
Yolculuğun ilerleyen kısmında, ancak çok yakın bir arkadaşım söylerse garipsemeyeceğim tuhaflıktaki giriş cümlesinin yarattığı gerginliği, neşeli sohbetiyle dağıtmayı başardı. Çoğunlukla boynuzcu kız arkadaş üzerine anlatılan bol kahkahalı anılar…
Ne komik adam.
Sonsuz uzunlukta süreceğini düşündüğüm yolcuğun nasıl geçtiğini anlayamadan havaalanın en romantik kapısına yanaştık. Uzun öpüşmelerin, içten sarılmaların kapısı. Giden yolcu kapısı. Benden daha çevik bir hareketle taksiden atladı. Valizimi indirdi. Büyüklük yarışına girsem bronz madalya garantili valizimi çekmeye başladı. İşime öylesi geldiğinden değil elbet, valizimi taşımasına şaşırdım.
Ne kibar adam.
Kaslarına bakılırsa, valizimi x-ray cihazına yerleştirirken zorluk çekmeyeceğinden emindim.
Ne centilmen adam.
Taksiden indiğimizden beri bozmadığımız sessizliğimiz ürkütücüydü. Sessizliğimizi, valizimin yükünü taşımakta zorlanan tekerleri bozuyor, yan yana yürüdüğümüz bitmek bilmez koridorlar gittikçe tarifi zor bir tuhaflığa bürünüyordu. Düşünceler zihnimde köpürüyor, coşkun bir su gibi çağlıyordu.
Bundan sonra valizimi kendim çekmeliyim.
İnsanın aklından geçenleri eyleme dökmesi arasında ince bir sınır vardır. O sınırı kaçırdığında eyleme geçmenin garip görüneceği zaman dilimine geçiş yaparsın. Niye baştan söylemediysem aferin bana!
Uçuş kartımı almak üzere bankonun önüne yığılan kalabalığa, sıcak pide beklemenin doğallığında ve sakinliğinde karıştım. Kibarlık ve centilmenlik sınırlarının ötesine olduğuna kanaat getirdiğim genç adam da sırada benim yanımda beklemez mi?
“Teşekkür ederim” dedim kibarca, “Bundan sonrasını kendim hallederim,” onu hemen başımdan savuşturmalıydım.
“Beni özleyeceeen?”
Gecenin bir vakti odamın kapısında durup ısrarla gözlerini üzerime diken kedimin, aslında gözlerini bana değil de arkamdaki boş duvara kilitlediğini fark ettiğimde hissettiğim ürpertiyi hissettim sırtımın dikenlerinde. Omuzlarımdan yükselen sesim, dikenlerimde titreşti. Havaalanının uçsuz bucaksız tavanından sekip, etrafımızı saran kalabalığın önce kulaklarına, sonra dikkatine nüfuz etti.
“Ne münasebet ya. İki sohbet ettik diye. Ya sen ne sanıyorsun kendini, sen ne terbiyesiz, ne şerefsiz adammışsın.”

Öyle tiptip bakma dikiz aynasından, aynı şehre yine gelmem, bir takside yeniden baş başa kalmamız… Bu kadar mütevazi bir şehir için bile fazla küçük bir ihtimaldi ama şansıma tüküreyim işte. Hatırı sayılır kalabalığın uğultusunu ben savuşturmuş olabilirim çığırtkanlığımla ama, en güzel darbeyi sen vurmuştun.
“Beni ödeyeceeen?”