Reklam

ÖYKÜ/Beklenen

ÖYKÜ/Beklenen
11 Mart 2021 - 15:17
Neslihan Yiğitler
Gerçek adını merak edip hanidir kimsenin sormadığı bu köye hemen herkes Papazlı derdi. Düz ova üzerinde küçük bir köy. Tek tük dişbudak ağaçlarının arasındaki patikadan yürüyerek ovaya varır, küçük kilisenin tokmaksız kapısının önünde dururdu ilk gelen. Kapının tokmaksız oluşu, çalmaya gereksinmeden girebilmenin güvencesi. Küçük sıralar, deli işi dantellerin serildiği mihrap, dertli ruhları hemen kucaklar, buhurdandaki adaçayının kokusu, küf tutmuş çandan sarkan halatın nem kokusuna karışırdı.

Kilisenin yanında yeşil cumbalı bir ev vardı. Bu ev, köy muhtarının eviydi. Karısını, verimli Papazlı topraklarına gömeli beş sene olmuş, onu küçük mezara koyduktan sonra her şeyini güzel kızına adamıştı muhtar, bir de bu çok sevdiği köye. Büyüdükçe karısının kopyası olan kızı yaşıtlarından başka olarak çok iyi ata binerdi. Kadınlar sabah ocakta süt kaynatırken, gözleme yapıp avlu süpürürken o, çizmelerini çeker tepeye doğru gözden kaybolurdu.
Muhtar bir gün, kendi köyünü aşıp civarın en güzel yoğurt mayalayan, en güzel hamur açan yaşlısı Pembe Nine’ye dertleşmeye gittiğinde “hele getir onu sen bana ”demişti güngörmüş kadın. Muhtar da umutlanmıştı. Pembe Nine’nin tatlı dilleri kızını çilingir gibi çözer miydi? Divana yaklaşıp Pembe Nine’nin elini öptüğü zaman yaşlı kadın duyumsamıştı kızın halini. Vakti zamanı gelesiye, beklenen olasıya kadar her sabah lastik çizmelerini giyecek ve atıyla dişbudak ağaçlarının arasında gözden kaybolacaktı o.
Aslında bütün bütün sorumsuz da sayılmazdı. Ahır işlerini görür, koyunlar otlarken başlarında durur, belindeki çakısıyla en yabani otu ayıklar, zeytin zamanı sopası elinde hazır dururdu ama iş patik örmeye, mutfağa girmeye geldiği zaman ortaya çıkmazdı muhtarın kızı.
            Bir güz günü, Papazlı köyünün tokmağı olmayan, çanı küflü kilisesinin yaşlı pederi, hiç gelmeyecek cemaatinin tek kişisine hasret olarak kalp krizinden vefat etti. Muhtar, evden çıkmış kahveye doğru geçerken aralık kapıdan bakınca mihrabın kenarından ibibik gibi sarkan peder başlığını görmüş ve anlamıştı aslında ne olduğunu. Art arda çektiği besmeleyle içeri girip yaşlı adamı yerde uzanmış görünce kızına seslenmiş, kız da atına vurduğu gibi köyün otacısına götürmüştü ama boşuna. Peder düştüğü yerde çoktan ölmüştü. Muhtar devlete haber verip durumu bildirmiş, eklemişti “Köyümüzde kendisinden başka İsevi yoktur.”
            Belki üç belki de dört ay sonra köye varan asfalt yolun üzerinde otobüsten inen yeni peder, bu köyde yaşayacağı şeylerden habersiz ıslık çalarak patika yolu tutturmuştu. Kendi kendine “Hadi bakalım, şimdi köy yerinde görelim ne yapacağını?” diyordu. O böyle konuşadursun, köy halkı yeni gelecek din adamının gereksizliğiyle ilgili kararını çoktan vermişti. Herkes homurdanıp duruyor, ona maaş vermek yerine köşe kuyudan çekilen suya bir çare bulunması gerektiğini söylüyordu fakat hepsi yersizdi. O geliyordu ve bunun karşısında yapılacak bir şey yoktu.
            Pederin, siyah misyoner ceketinin, kafasına tas koyarak her iki ayda bir kestiği abanoz saçlarının, muntazam yürüyüşünün yanında elbette bir de bavulu vardı. Patikaya girer girmez köylülerin aldığı habere göre yakışıklı denebilecek bu kişinin taşıdığı eski bavulu tutmayan diğer eli, küçük bir kız çocuğunun sımsıcak elini kavramıştı.
            -Bu Hıristolar evlenebiliyor muydu ya?
            -Bazıları evlenir, bazı mezhep evlenmez. Hem sana ne?
            Köylü işi gücü bırakmış bunu konuşuyordu. Hiç Hristiyan’ı olmayan bir köyün, kızı olan papazını.
            Patikayı çevreleyen, uzun yeşilliklerin arasında dolaştığı bir gün, sarı saçlarıyla zıp zıp zıplayarak oyun oynayan kız çocuğuna o gün vurulmuştu muhtarın kızı. Küçük kız, masmavi gözlü, beyaz tenliydi. Elindeki yeşil kurdeleyi sallıyor yerçekimsiz bir dünyadaymış gibi hareket ediyordu. Dostlukları işte o gün başlamış oldu. Muhtarın kızı, artık her sabah neredeyse yüzünü bile yıkamadan genç pederin derme çatma evinin önünde beliriyor, küçük kızı alıp terkisine atarak gün boyu onunla vakit geçiriyordu. Papaz da kısa zamanda muhtarın kızına güvenmişti. Ondan bir kötülük gelmeyeceğini duyumsuyordu.
            Muhtarın kızıyla küçük kızın dostlukları koyulaşırken köy halkı, hatta yakın köylerdekiler, papazın varlığından giderek rahatsız olmaya başlamıştı. Muhtar, gençlerin komşu köye kaçtığını biliyor, bir şeyler döndüğünü seziyor fakat onlara nasıl engel olacağını bulamıyordu. Ucu kızının mutluluğuna dokunacağından köydekileri sakinleştirmeye çalışıyordu ancak tepki büyümekteydi.
Bu gençlerin arasında bir Kızıl Ali dedikleri vardı ki içinde nedensiz büyüttüğü ne kadar kin varsa her şeyin sebebinin yeni pederle ilgili olduğunu varsayıyor, adeta aldığı her nefesi kötülüğe dönüştürüp din adamına gönderiyordu. Diğer gençleri ayaklandıran da o olmuştu.  
Kızıl Ali’nin öfkesi, babasının köy kahvesinde vurulduğu gün başlamıştı. Ta Rumeli’nden Hasan Efendi’yi vurmaya gelen tetikçinin biri, eşkâle aldanıp yanlışlıkla Kızıl Ali’nin babasını vurunca jandarma tarafından oracıkta yakalanmış ama verilen ömür boyu hapis cezası Kızıl Ali’nin çektiği acıyı azaltmamıştı. Aslında babasını yitirmek mi yoksa ona her bakanın gözlerinde gördüğü “babası öldü yazık” ifadesi mi ar geldi bilinmez. Yıllar yılı bu yükü hep kötücül biri olarak sağalttı Ali. Daha doğrusu sağalttığını sandı. Köylünün çözmeye çalıştığı kuyu sorunu da Ali’nin son kötülüğüydü işte. Dedesinin, oğlu hayrına yaptırdığı hayratı bitişik köyün ağasına satan Ali yüzünden köylü yıllardır duayla kullandığı suya artık para ödüyordu. “Bastığın taşlar bile babasının hayratını satan Ali der sana oğul” diye diye ölmüştü Ali’nin dedesi.
Yan köyün delikanlılarıyla bir olup papaza bir kumpas kurar mıydı? Kurardı Ali.
            Muhtar, işte bu yüzden Kızıl Ali ve arkadaşlarından korkuyordu. Onların hesapsız öfkesinin suçsuz bir din adamına yönelmesine karşılık ne yapacağını bilemiyor, kimden yardım isteyeceğini şaşırıyordu. Bir sabah, pederin kapısını çaldı. Niyeti, ona kaygılarından söz etmek,  daha dikkatli davranması için uyarmaktı. Tahtakurularının delikler açtığı kapı, hafifçe itmesiyle kendiliğinden açılmıştı. İçeride bir ocak, ocağın üzerinde ateş görmekten kararmış çaydanlık duruyordu. Salon denemeyecek kadar küçük odayı, kışın cılız güneşi ısıtamamıştı. Duvarda pederin elini omzuna koyduğu genç bir kadın fotoğrafı, oturduğu tabureden içeri girenlere gülümsüyordu. Yakalanırsa mahcup olacak kadar duraksadıktan sonra yatak odasına doğru seslendi. Pederin “Geliyorum” dediği yatak odasından tatlı bir portakal çiçeği kokusu yüzüne vurmuştu. Muhtar, pederin köhne evi kısa sürede mis kokularla dolduracak kadar maharetli olmasına şaşırmıştı. Sabahın ışıkları öğlene dönmeden oradan ayrıldı.
Köyün genç kızlarının kırmızı yazma, delikanlıların askerlikten kalma palaskalarını taktığı o bayram sabahı, muhtarın yüreği herkesten farklı atmaktaydı. Kızıl Ali ve arkadaşlarının yapacakları kötü sürprizden kuşkulanıyordu. Köy meydanının etrafında sıralanan gençler davul zurna getirmişti. Ayakta durmakta zorlanan yaşlılara kahveden sandalye taşınıyordu. Ağaç dallarına renkli kumaş parçaları bağlanmıştı. Bu parçalar, rüzgârda yavaş yavaş sallanarak söylenen türküye eşlik ediyordu. Delikanlılardan biri yanık bir türkü tutturmuştu. Tüm köy kendini türküye kaptırmışken telaşlı bir sesle uyandılar.
Peder, yalın ayak meydana doğru koşuyordu. “Kızım yok” diye haykırıyor, ayağına batan taşlara aldırış etmeden herkesi tek tek dürtüp çekiştiriyordu. Sonunda muhtarın önünde diz çöktü. Tüm köy halkı onu ilk kez böyle görüyordu. “Yalvarırım muhtar ” “Kızımı bulun.”
Akıllarına hemen Kızıl Ali gelmişti. Köyün ileri gelen yaşlılarından bir-iki tanesine başıyla işaret ederek pederi sakinleştirmelerini salık veren muhtar, masasına koştu. Hemen jandarmaya haber vermeliydi. Köy kahvesine zar zor oturtulan peder sanki kızı içlerindeymiş gibi herkesin gözüne dik dik bakıyor bir türlü sakinleşmiyordu. Köylülerin bazısının gözlerinde acıma vardı ama birçoğunun da gözüne “olacağı buydu” ifadesi yerleşmişti. İfadeler ifadeleri kovalayıp muhtar döndükten belki birkaç dakika belki yarım saat belki de çok daha sonra kalabalık ikiye ayrıldı. Uzaktan köy meydanına yaklaşan iki kişi, kalabalığın ortasına doğru yürüyordu.
            Muhtarın kızı, ilk defa köyün genç kızları gibi kırmızı yazma takmıştı. Çiçekli basması ona en uzak köşeden bakanın bile dikkatini çekiyordu. Ayağında lastik çizme yerine pembe ayakkabıları vardı. Kavradığı minik eli arada sırada yokluyor, o da kendisi kadar mutlu mu diye eğilip bakıyordu. Köye ilk geldikleri zaman küçük kızın gözlerinden okunan keder çok uzaklara gitmişti. Meydana yaklaşırken daha fazla gülümsemeye başladılar. İkisi de babasını görmüş, sevinmişti. Köyün en yaşlısı davul ve zurnaya doğru parmağını şaklatınca yeni bir türkü başladı. Az önce türkü söyleyen sesiyle yürek yakan genç, şimdi kartal olmuş kanatlarını açarak efeleniyordu.
Kızı iyice yaklaştığında etrafa yayılan portakal çiçeği kokusunu bir tek muhtar tanımıştı.
Köyün gerçek adının izini sürenler, o sırada Kızıl Ali’nin nerede olduğunu da merak etti fakat Kızıl Ali yoktu. O, aslında Papazlı’ya hiç gelmemişti.