Reklam

Veda

Veda
11 Aralık 2020 - 15:14
İri kaya parçalarının üzerinde, babamın durduğu yerdeyim. Sandıktaki yaşayamadığım çocukluğumun yanına, gençliğimi de koyup yavaşça kilitliyorum. Anahtarını avucuma hapsediyorum. Sıktığım avucumun içinde, on yedinci yaşım can çekişiyor. Azıcık gevşetsem özgürlüğüne koşacak. Gözlerim kapalı, ellerim ceplerimde, dalgaların sesini dinleyerek denizin maviliğinde kaybolmak istiyorum. Dün sabah telefonda “Eren’im” dedikten sonra, derin sessizliğe gömülen annemin haberi ile bir günde büyüdüm. “Anne susmasana, ne oldu?” Hıçkırıkla karışık “annem, babanı kaybetmişiz.” “Nasıl kaybetmişiz?” “Denize düşmüş! Ölmüş dediler! İntihar dediler! Hastaneye gidip, teşhis edecekmişiz.” Dizlerimin bağı çözülmüş, kulağım uğuldamaya başlamıştı. Ne yapacağımı bilemeden yanımdaki iskemleye çöktüm. Babam ölmüş müydü? Üzerimdeki yağ lekelerine uzun uzun baktıktan sonra, gözüm tırnaklarıma kayıyor. Yağ, tırnak diplerine işlemiş. ‘Hangi kız bu elleri tutar ki’ diyorum, kendi düşüncelerimden utanarak. Derin bir nefes alıp yutkunuyorum. Çaresizliğin kekremsi tadı öyle acı ki, boğazımı yakıyor, bir türlü yutamıyorum. Ne yapacağız? Annemin gündelikten kazandığı kiraya zor yeterken, nasıl yaşarız? Baş sağlığı dileyen ustam, bir şeyler söylemek istiyor ama ne diyeceğini de bilemiyormuş gibi öylece yüzüme bakıyor. “Babamın beni tamirhaneye getirdiği günü hatırlıyor musun?” diyerek ustamı da, kafasında döndürüp dolaştırdığı sözcük yığının içinden çekip çıkarıyorum. “Üçüncü sınıfı bitirdiğim yazdı. ‘Sokakta aylaklık yapmasın, iş öğrensin’ demişti. Yaz tatili, sonra okul çıkışı derken çocuk olmayı da, aylaklık yapmayı da öğrenemeden burada büyüdüm. Ama piston segmanlarını değiştirmeyi, buji sıkmayı iyi öğrendim. Sözde üniversite okuyacak, makine mühendisi olacaktım.” “Bunları düşünmenin sırası değil. Önce babana son görevimizi yapalım, sonrasına bakarız.” Sırtımdaki yükün ağırlığı ile zorlanarak ayağa kalkıyorum. “Gideyim de, teşhis edeyim boyacı Cemil’i.”
•••
Ellerim önümde, musalla taşında upuzun yatan babamın başında bekliyorum. Allah rahmet eylesin diyen, kendini göstermenin huzuru ile kenara çekiliyor. Başkasının acısına dışardan bakmak, ne kadar da kolaymış. Şimdi çıkıp bağırsam “sigortasız, günlük yevmiye ile çalışan boyacı Cemil’in, bizden ve hayatından vaz geçecek ne derdi vardı bilmiyorum? Ama mücadele zor gelmiş” desem, ne derler bana? Çınar ağacına sırtını veren annem, iyice küçülmüş sanki. Yıldızlar saçlarına dolanmış. Kederi, yüzüne yeni çizgiler oturtmuş. Yerden yere atmıyor kendini. Sadece kan oturan iri mavi gözlerinden, incecik yaş süzülüyor. Gözyaşlarını sildiği beyaz mendili, zarafetle katladıktan sonra köşeleri ile oynamaya başlıyor. Babama öfeli midir diye aklımdan geçirmeden edemiyorum? Komşular etrafını sarmış. Ne diyorlar ki? “Sen güçlü olmalısın. Evlatlarını düşün, onların sana ihtiyacı var” diyorlar mıdır? Geçen bahar bahçede bulduğumuz, sahipsiz kedi yavruları gibi birbirine sokulan kardeşlerime bakıyorum. Cılız bedenleri ile çok savunmasızlar. Gözüm Emre’nin ayakkabılarına takılıyor. Baş parmağı ortaya çıkacak kadar delinmiş. Ne zamandan beri bu çocuğun ayakkabısı böyle? Emre’nin yeni ayakkabısına haftalığım yeter mi? Senem’in de kabanı yok. Annemin ördüğü kırmızı hırka üzerinde. Sabah ayazında okula giderken bu kız üşümüyor mu? Senem’i öyle görünce ürperiyorum. Evden çıkarken “oğlum üşüme, giy şu babanın paltosunu” diyen, annemin sesi kulaklarımda yankılanıyor. Giderken de olsa, babam beni ısıtıyor ama ben bu çocukları nasıl ısıtırım? Kırk bir yıllık ömür, yüksek sesle söylenen “hakkınızı helal ediyor musunuz” sorusu ile noktalanıyor. Çok sevdiğin biri ölünce, önce yokluğu ile yüzleşmen gerekmiyor mu? Peki, neden yüzleşmek yerine hesaplaşmak istiyorum? Çocukluğumu aldın, gençliğimi nereye götürüyorsun diye sormak isterken, ağzımdan “helal olsun Cemil usta, helal olsun” sözleri çıkıyor. Geleceğin bilinmezliğinden korkarken, ellerimden kayıp giden hayallerimle vedalaşıyor, omuz verdiğim babamın tabutuna sımsıkı sarılıyorum.