Reklam

ÖYKÜ/Raif, sonsuzluk ve lamba

ÖYKÜ/Raif, sonsuzluk ve lamba
05 Mart 2021 - 11:28
Ceren Ertöz
Düşündüm, düşünüyorum. Hava biraz serin, odamın penceresin den düşen yapraklar gözüküyor. Uzaktan kuş cıvıltılarının sesini duyuyorum. Hayır, hayır bunu düşünmüyorum. Yatağım her hareket edişimde ses çıkarıyor. Sonra… karşı komşu Gülten, o kadar güzel ki! Gülten çık aklımdan. Seni hiç düşünmüyorum. Aslında bazen aklıma geliyorsun ama konumuz bu değil. Bugün, büyük bir ısrarla sahip olmayı istediğim o sonsuzluğa ulaşacak mıydım? Konu tamamıyla buydu ve o gün -yalan söyleyemeyeceğim- tahmin edemeyeceğim bir şey oldu. Bir tuval, tabure ve kolilerce boyanın durduğu salonuma girdim. Yarım kalmış tablom ve ben oradaydık. Sanki tamamlanmamış olmanın verdiği hayal kırıklığı bakıyordu bana. Ben de zaman içinde mahcup hale gelmiştim tabloma karşı. 45 yılın acısı, anısı ve güzelliği vardı içerisinde. Biterse göreceklerdi, bitmezse ben kaybedecektim. Elime fırçayı alıp gök mavisi boyaların içerisine batırdım. Bir darbe dokundurdum beyaz kalan yerlerin üzerine. Derin bir nefes alıp devam etmek istedim, olmadı… Böyle anlarda kalkıp tablonun etrafında dört kez dolaşırdım. Çocukken gök gürültüsünden korktuğum zamanlarda da yapardım bunu. Neden devam eder ki insan çocukluk alışkanlıklarına? Neden ailemin beni büyütemeyişinin acısını kendi ailemden çıkarmıştım? Neden babamın annemi aldattığı gibi ben de karımı aldattım? Ve aklımda bir ton neden. Kendi içimde çözemediğim her soru, kendi içimde kaldı. Kalkıp minik ritüelimi gerçekleştirdim. İki kere sağa, iki kere sola. İlhamın gelmesi için yapılabilecek en boktan şeydi bu ama tutunabileceğim başka bir şey kalmamıştı. Ev sessizdi. Evin içerisine doluşan insanların tebessümünde saklıydı ilhamım. Resim çizerken pencereden izlediğim bulutlar vardı. Şimdi oraya da 6 katlı bir bina diktiler. Komşuların mahallede gerilen ipe dizdiği mis kokulu çamaşırlar vardı. Belediye kaldırdı ipleri. Komşular… onlar da taşındı. Ha bir de beni seven hayranlarım. Hayran dediğim toplasan bir avuç insandı. Toplanıp, yaptığım sergilere geliyorlardı. Bana kalırsa onları da üzülmeyeyim diye ağabeyim tutuyordu ya, neyse… Bunları düşünmemeye çalışarak devam ediyordum yaptığım işe. “İşte, şöyle… Şuraya bir erguvan. Gülten’in balkonundaki, sabahları odama kadar kokusu gelen erguvan. Şuraya da kırmızı bir leke. Ölen annemin anısına.” Ben birer birer renklerimi doluştururken tablonun üzerine ve belki de hiç bu kadar aşama kaydedememişken resmim için, kıyametim olarak nitelendirdiğim olay gerçekleşti. Talih diyordum, kötü bir talih. Ya da Tanrı o kadar acımıştı ki hâlime, bir mesaj yollamıştı benim için. 2 metre yukarımda duran lamba, tuvalin üzerine düşüverdi. Hayatımı verdim dediğim eserim, yırtılarak iki parçaya bölündü. Bakakalmıştım. Yerdeki cam kırıklarının ayağıma batacak olması umurumda değildi, bundan sonrasını umurumda değildi. 3 cm geride dursam bu yaşanmayacaktı diye düşündüm. Ya da 3 cm ileride olsaydım da kafama düşseydi o büyük avize. Belki öldükten sonra değeri bilinen sanatçılar gibi oğluma miras bırakabileceğim yüklü bir miktar param olurdu. Ve Gülten’in bacakları. Gülten nereden çıktı? Kafam karışmıştı… Sanki bunları düşünmek yaşanılanı değiştirecekmiş gibi kendimi meşgul ediyordum. Gözlerimi sıkıca yumuyordum. Akşam olmuştu. Tahminimce 5 saat hiç kıpırdamadan oturmuştum. Aklımda eşyaları mahvetmek üzerine binlerce senaryo dolaşmıştı ama hayata geçiremeyecek kadar yorgun hissediyordum. Bir savaşın içerisindeydim ve kaybeden taraf olduğum çok belliydi. Sıkıca yumduğum gözlerimi açtım. Yere düşen fırçaları alıp tablonun üzerine koydum. Tepki vermiyordum. Bir daha yeniden başlama cesaretini içimde yeşertemeyeceğimin farkında olmak, ruhumdaki en güçsüz duyguydu. Ben kaba, kendi dünyası dışına çıkamayacak kadar korkak, oğlunu işinin önüne koyamayacak kadar bencil bir herifin tekiydim. Ve Gülten’i çok ama çok seviyordum. Kendi ertelediklerimin karşılığını, yaptığım resimlerle gidermeye çalışıyordum ve bugün, yolculuğumun son günüydü. Erguvanlarım solmuş, mavi, siyaha boyanmıştı. Bu kıyametimdi ve benim kıyametten sonra yaşayabileceğim başka bir hayatım yoktu. Şimdiyse varlığımı temsil ettiğini düşündüğüm işime bir son veriyordum. Gitmek zorunda kaldığım o trene biniyordum. “Bu sondu” diye tekrarladım içimden. Bir daha yapmamak üzere koyduğum fırçam, mavi duvarlar ve kırık camlar tüm o sessizliğin içerisinde veda ediyordu bana. Son kez şöyle fısıldadılar ben kapıdan çıkarken “Hoşça kal Raif, sonsuz kal.