Reklam

Yalnız

Yalnız
16 Mart 2022 - 12:54
Oğuzhan Yılmaz
Bu küçük kasabaya geleli iki yıl, Yakup kaybolalı ise sekiz ay olmuştu. Başta günleri sayar, takvim yapraklarını saklar, göz yaşları içerisinde okumaya çalışırdı Türkçe yazıları. Bir gece bütün yaprakları, takvimi ve Yakup’un kıyafetlerini göz yaşları içerisinde yaktı. Bir gecelik rahatlamıştı. Sadece bir gecelik.
“Nasıl ikna oldum?” İşte en çok bunu soruyordu kendine. Beyaz teni keselenmekten kızarmışken yine aklında bu soru vardı. Yıkanmaya başlayalı uzun zaman geçmiş ama o sadece bir bacağında takılı kalmıştı. Leğendeki su soğumuş, güğümü sobadan indireli daha da uzun zaman geçmişti.
Yarım yamalak Türkçesiyle onu anlamaya, dinlemeye ve aşık olmaya çalışmıştı ve başarmıştı da. Kısa süre içerisinde de bavuluna birkaç parça kıyafetini doldurmuş, kendi yaptığı tablolarını özenle gazeteye sarmış ve sonsuzluğa uzanan bir zincir gibi hayallerle kendini İstanbul otobüsünde bulmuştu. Bir gün sürmüştü o büyük, kalabalık ve hikayelere konu olan şehre gelmeleri. Elleri hiç ayrılmamıştı yol boyunca. İstanbul’a geldikleri gün zincir kopmuştu. Artık devamı gelemezdi o hayallerin. Burası o hikayelerde geçen, fotoğraflarını gördüğü şehir olamazdı. Kendi yaşadığı Rakovica bile çok daha büyük bir kasabaydı. İki yıl içinde İstanbul Boğazını bir defa görmüş, Sultanahmet camisini ise iki defa ziyaret edebilmişti.
“Nasıl ikna oldum? Nasıl?”
Her defasında iyice bastırmaya çalışıyordu keselediği bölgesine. Beyaz bir sayfada yapılan hatayı tamamen yok etmek istercesine, bir silgiyle kendisini silmeye çalışırcasına bastırıyordu.
Yakup’un kahveye gitmeleri birinci ayda, gidip gelmemeleri ise kırk yedinci günde başladı. Gündüz vakti de hep aynı arkadaşlarıyla, hep aynı masada, hep aynı sigara dumanı altında oturuyorlardı. Değişmeyen bir diğer şey ise arkadaşlarının Emina’ya bakışlarıydı. O adamlar, ona öyle bakarken kocası da sanki o sigara dumanında kayboluyordu. Ve bir gün gerçekten de kayboldu.
Günlerce geri dönecek diye bekledi. Her akşam sofrasını hazırladı. Hatta Yakup’un bayıla bayıla, ağzını şapırdata şapırdata yerken, bir yandan da gülerek “Çok güzel olmuş, çok!” dediği böreği de her akşam yaptı. Annesinin kızına gururla öğrettiği, torunlara aktarılan bir tarifti o. Rakovica’da annesinden ve ondan daha iyi yapan yoktu böreği ama artık annesini yalnız bırakmıştı orada. Kasabaya fazla gelmiş değillerdi de oysaki.
“Nasıl ikna oldum? Nasıl?”
Yıkanırken tek bir ses çıkmıyordu. Odada bir sobadaki alevin sesi duyuluyor, bir de burnundan hızlı hızlı solurkenki nefes alış verişleri. O kadar hızlı keseliyordu ki kendini, tepeden topladığı altın sarı saçlarının ensesiyle birleştiği yerde boncuk boncuk terler birikmeye başlamıştı. Sabun kokusu, ağır ve yağlı gül kokusuyla küçük burun deliklerinden içeriye girmeye yarışıyorlardı. İki kokudan tiksindiğini hatırladı. Küçük bir öğürme geldi ve midesi kalktı bir an için ama medite olmuş bir şekilde keselenmeye, nefret etmeye devam etti. Sabun kokusu hatalarını, gül kokusu ise Sadık denilen o kirli sakallı ve sarı dişli adamı hatırlattığı için nefret ediyordu. Sigarası ya elindeydi, ya ağzında. Atletini gösterecek şekilde açık olan gömleğinin sol cebinden kırmızı sigarasını görürdünüz ama o da çok nadirdi.
Yakup’un böyleleriyle arkadaşlık ediyor olmasına hiçbir zaman anlam verememişti. Gidişine bile belki bir anlam yükleyebilirdi ama onun gibi tahsilli ve beyefendi birinin bu arkadaş çevresine sahip olmasını aklı almıyordu.
 Gündüzleri Çilingir kahvesindeydiler Yakup, Sadık ve arkadaşları. Oradan her geçişinde gördüğü ellerinde ya beyaz taşlar, ya arkası önü desenli kağıtlar ya da sigaralar olduğuydu. Bazen kahkahalar yükselirdi, bazen de bir sokak ötedeki okulun toprak yolundan yürürken bile kavga sesleri gelirdi. Neydi bu alıp veremedikleri taş, kağıt ve sigarayla? Geceleri neler oluyordu hiç bilmiyordu. Bütün gün çay içmiyorlardır diye düşünüyordu ama kocasının alkol alacak olmasını kabullenemiyordu. Onun gelmediği gecelerin birinde karar vermişti bakmaya, bulmaya, eve getirmeye. Yeleğini üzerine geçirdi, eşarbını saçının önleri açıkta kalacak şekilde hızlıca bağladı. Kapının serin ve gıcırdayan kulpundan yakalayıp, ince bileğinden kıvrılmış kolunu indirmeye başlamıştı ki gecenin karanlığı, köpeklerin havlaması, rüzgarın uğultusu o narin kolu yukarı çekti. Kapıdan dışarı adımını atabilseydi eğer, bütün karanlığı bastırabilecek bir ışıltıya sahip olduğunu fark edecekti.
Kocası kaybolduktan üç gün sonra gelmeye başladı güller. Başta isimsiz olarak kapının önünde buluyordu onları. Hiçbir zaman kendisine bırakıldığını düşünmedi. Düşünmek istemedi. Çiçeklerin gelmeye başlayışının altıncı sabahı kapısı çalındı Emina’nın. Büyük bir heyecanla, mutlulukla, umutla, altlarda kalan sinirle kapıyı açtı ve o sarı dişli adam çiçeklerle kapısındaydı. Bir de gülüyordu. Buna gülmek denir miydi? “Günlerdir çiçeklerimi almıyorsun. Çok gocunuyorum. Sana vazo da getirdim. Bundan sonra bu çiçekleri bu vazoya koyduğunu görmeden gitmeyeceğim.” dedi.
Bu gülüş müydü, kandırılmış olması mıydı, hayallerinin çalınması mıydı kendisini kirli hissettiren? Yoksa hepsi birden vücudundan çıkmayacak bir yağ tabakası gibi yapışmış mıydı ona?
Kendini keselemeyi bir anda kesti ve ellerinden keseyi beyaz renkli suya bıraktı. Sıçrayan birkaç damla su halıyla, birkaç damla da güğümün kenarına çarpıp, süzülerek yerle buluşup koyu bir renk aldılar. Kollarını kaldıracak hali kalmamıştı artık. İki bükümlü haldeyken avuçlarına baktı, gözlerini kapadı ve sessizce ağlamaya başladı.