Reklam

Kurmacanın kurmacası

Kurmacanın kurmacası
23 Mart 2021 - 13:55
Hakan Akdoğan
Yalan olduğunun bilincinde olan kurgu gerçek olduğunu da iddia etmez hatta üstkurmaca gibi bir alanı da icat ederek okura yalan olduğunun vurgusunu kurmaca içinden fısıldar. ‘Okura yalan olduğunun vurgusunu’ yazdım ilk cümlede. Bu iki anlama da işaret ediyor. Kurmaca olarak kendisinin yalan olduğunu gösterirken, okura okur olarak da yalan olduğunun işaretlerini verir. Üstkurmaca bir kurmaca olma iddiasındayken sırtını eleştiriye de dayar. Kurmaca olduğunu iddia ederken okuyanın da yazanın da anlatının da birer kurgu ürün olduğunu anlatma isteği onu eleştirel bir noktaya da taşır. Kurmacanın nasıl kurgulandığının kurgusunu çeşitli yöntemlerle anlatırken gerçeklikte var olan okuru da içinde bulunduğu gerçekliği sorgulamaya yönlendirir. “İçinde bulunduğumuz hayat bir kurgu olabilir mi? İçinde bulunduğumuz hayat birilerinin bizim için kurduğu bir oyun alanı mıdır? Eğer böyleyse ben de kurgulanmış bir karaktere dönüşmez miyim? Ben hayatımın merkezinde miyim ve kendi kurgumu kendim mi üretiyorum? Eğer bu içinde bulunduğum hayatta başkasının ürettiği bir kurgunun içinde yine bir başkasının kurgusunu desteklemek için varsam kendi kurgumu nasıl oluşturabilir ve kendi kurgumun merkezine nasıl geçebilirim? Okura, okuduğu metnin kurmaca olduğunun unutturulmaması pek de akılcı bir tutum gibi görünmeyebilir zira edebiyat her daim okuru kurmaca bir dünyanın içinde gerçekçi bir atmosfere sokmayı temel ilke edinmiştir.

Modernizmin her alanda olduğu gibi edebî alanda da belirlediği normlar, anlatı fantastik bile olsa okurun kendisini atmosfer içinde hissetmesinin ve karakterle özdeşleşmesinin doğru olduğu yönündeydi. Bütün dünyanın uzun süre içinde bulunduğu katı gerçeklik algısı, dünya savaşlarıyla birlikte soyut alanın daha baskın olacağı bazı girişimlere dönüştü. Yazarın metinde görünmemesi, özellikle dış anlatıcının sadece sesinin duyulması gibi kalıplar kırıldı. Yazar, yazma eyleminin bir parçası haline geldi.

Bir kurgu üretilirken o kurgunun nasıl yazıldığının ve hatta nasıl yazılamadığının yazılması da görülmeye başlandı. ‘Kurmacanın kurmacası’ olarak da tanımlanabilecek üstkurmaca (metafiction) yazıyı daha oyunlu bir alana dönüştürdü. Yazının kendisi hakkında, yazar hakkında, sanat hakkında ve yaşamın kurguyla ilişkileri bağlamında planlı bir düşünme eylemine evrildi. Üstkurmaca bir oyun alanıdır ancak bir icat değil, keşiftir. Yazının kendisini sorgulamasıdır. Anlatıcı, karakter ve yazar üçgeninde oluşan kurguya okuru da dahil ederek hem sanatsal alanda hem de yaşamda konumunu sorgulatma noktasına da gelir. Ancak bilinmelidir ki böyle bir amaç taşımaz. Temelde karşı çıktığı şey ‘kurmaca’ değildir.

Modernizmin hiyerarşik yapılanmasında kurmaca alanında da belirlenmiş normları kullanarak bunların birer tasarı olduğuna işaret eder. Dayatılmış karakter ve kurgu yapılarını onları kullanarak parodileştirir. Modern insanın da bir kopya olduğunu gösterir. Pastiş, montaj, kolaj, gönderge gibi tekniklerle yine metinlerarası ve disiplinlerarası bir tutumla okuru başka bir oyunun içine sokar. Üstkurmacanın içinde güçlü altmetin yapılarına ulaşırız. Çok katmanlı bu yapılar, zaman ve mekân katmanlarını üst üste bindirerek okuru büyük bir labirente dahil eder.

Okura yaşamda da üst kurgular ve alt metinler olduğunu, her bireyin zihinsel faaliyetleri de göz önünde tutularak çok zamanlı ve çok mekânlı bir hayat yaşadığını gösterme gücünü de içinde barındırır. Bir yandan Einstein’in izafyet teorisiyle bir yandan ‘quantum’la ilişkilidir. Şunu da eklemek gerekir ki ilk üstkurmaca, ilk roman olarak genel kabul gören Don Kişot’tur. Bu çetrefl durum ancak üstkurmacayla yakından ilgilenilince daha iyi anlaşılmaktadır. Ayrıca yenitarihselcilik eğilimiyle tarihi kurgusal alanda dönüştürme, değiştirme ve/veya yeniden yazma girişimleri de taşır. Kafa, Woolf, Joyce gibi isimlerle yoğun biçimde başlayan süreç özellikle son elli yılda çok daha etkin bir biçimde kendisini göstermektedir. Modern psikolojinin bu bahsettiğim dönemde güçlü bir biçimde ortaya çıkması geleneksel öykü ve roman anlayışından ayrılmaya başlayarak düş ve gerçek, kurmaca ile somut yaşam arasındaki belirgin çizgiyi kaldırmaya başladı. Öyle ki düşlerin gerçekten daha gerçek bile olabileceği bir alan üretildi. Calvino bu durumu ‘romansıl bir oyun’ olarak tanımlayarak satranca benzetir. Artık okur edilgenlikten çıkmıştır. Okur merkezli bir okuma deneyiminin ortasına çekilmiştir. Konformist davranma lüksü yoktur. Metinde kendisi için bırakılmış boşlukları doldurmalı ve anlamlandırmayı tamamlamalıdır. Üstkurmacada metni okur da yazmalıdır. Oğuz Atay’ın yazdığı ‘Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet şöyle der: “…gecekonduya bu nedenle geldim. Kimsenin eşine rastlamadığı bir roman yaratacaktım. Yaratıcı kahramanlarıyla birlikte yaşayacaktı.” “Roman bir tren istasyonunda başlıyor, bir lokomotif duman çıkarmakta, pistondan çıkan buhar birinci bölümün girişini gölgeliyor, bir duman bulutu ilk paragrafı kısmen örtüyor,” der Italo Calvino, ‘Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun hemen başında. Üstkurmaca’nın öznesi kurmacanın kendisidir. Belki de Beckett’in ima ettiği gibi; anlatılacak bir şeyin kalmadığı dünyada edebiyat kendisini konu edinmeye başlamıştır.