Reklam

Fırtına

Fırtına
04 Mayıs 2021 - 13:58

Gözde Güler 
Bozuk kaldırımlı yokuştan inerken, göğsümdeki ağrının sertliği kendisini tekrar hatırlattı. Kuşların telaşlı sesleri arasında; dar ve karanlık sokaktaki kalın kabuklu ihtiyar ağacın sırtına yaslanıp biraz soluklandım. Gökyüzünde beni izleyen bir bulut gördüm. Tanıdık bir buluttu.  Bulut rüzgarın önünde, ben ise rüzgarın akışında sürüklendim yokuştan aşağı. 
Sadık bir köpek gibi cılız bir ampul ışığında aydınlanan evimize doğru yürüdüm. Köşedeki bakkalın indirdiği kepenk gürültüsü eşliğinde apartmanın otomatını yakıp, nem kokan merdivenleri yavaş yavaş çıktım. Kapı aralıktı.  Annem üzerindeki çiçekli önlüğe ellerinin ıslaklığını silerek “Hoş geldin oğlum,” dedi. Yüzünde tedirgin bir gülümseme ile “Bu akşam misafirimiz var. Deniz bizi ziyarete gelmiş” diye ekledi.
Siyah, kıvır kıvır saçları ile salonda oturan Deniz’i selamladım.  Acıtırcasına elimi sıktı. Kocaman delikanlı olmuştu.  Abim dedim, tıpkı abim. İçimde bir tel koptu. Yıllar olmuştu görmeyeli. Çocukluğumun kahramanı, ben on altımdayken evlenip, beni ve annemi arkasında bırakıp Almanya’ya giden abim.
“Başımız sağolsun. Cenazesinde bulunamadık.” diyebildim sadece sesim düğümlenerek. 
“Ölmeden önde gelebilseydiniz keşke. Bazen siz diye benimle konuşuyordu son zamanlarında.”
Annem ortamdaki derin mutsuzluğu hemen görmüş olmalı ki “Acıkmışsınızdır. Yemekler hazır. Hem yer hem hasret gideririz.” diyerek masanın etrafına topladı bizi.  Şaşkın ve bitkindim. Deniz’in varlığı, abimin yokluğunu daha görünür kılmıştı. Sobanın karşısında, oturma odamızın mutfağa açılan kapısının hemen yanındaydı yemek masası.  Annem sofrayı hazırlayıp, tabakları dizerken, tabağa değen çatal kaşığın çıkardığı tıkırtı, masanın üzerindeki cam vazoda duran hanımelinin ortalığa yaydığı tatlı ve baygın koku, masanın etrafından sarkan annemin çeyizinden kalma etamin işlemeli kirli beyaz masa örtüsünün salınışı, masanın bir ucunda içinde renk renk meyvelerin sunulduğu sarımsı ışığı ile parlayan kristal meyvelik,  babamın, baba yadigarı avuç içi kadar radyosundan gelen cızırtılı yanık türkü, annemin pişirdiği, rengini kavrulmuş arpa şehriyeden alan safran rengi, kaşığı vurduğunda titreyerek, dağılarak açılan pilav, elle kıyılmış salatalıktan yapılmış, ağız yakacak kadar bol sarımsaklı cacık, gazete promosyonu, kenarları mavili yeşilli çiçeklerle bezeli kırılmaz tabak, annemin düdüklüsünde tam kararında pişmiş pilavın can yoldaşı, lokum gibi etli kurufasulye, çay suyunun fokurdamasıyla sobanın sıcağına düşen suyun önce patlayıp, sonra sönerken çıkardığı ses, abimin ‘sofrayı kuran toplar,’ diyen gür sesi…  Geçmişin iğde kokulu sayfalarında kaybolmuştum.
Göğsümdeki sertlikten mi boğazımdaki yumrudan mı bilinmez çok bir şey yiyemedim. Deniz de yol yorgunu olduğunu, midesinin biraz hassas olduğunu söyleyerek yemek faslını kısa tuttu. Annemin bakır cezvede, kısık ateşte pişirdiği orta şekerli kahvelerimizde suskunluğumuz bozuldu. 
“Beş yıl önce gelmiştim en son. Fuar için. Abime de uğramayı düşündüm. Aksaklıklar çıktı, gelemedim.”
İki yabancı gibi olmuştuk. Ne abi kardeş, ne arkadaştık artık. Oysa ne çok istemiştim karşıklı iki kadeh içmeyi. Yıllardır görüşmüyorduk. Kabullenilmiş bir kopuştu bizimki.
Deniz’in bakışlarını kitlediği halının üzerindeki ok desenlerinin sonu, cam önündeki kare sehpaya çıkıyordu. Eskimiş sehpanın üzerindeki metal çerçeveden iki çocuk gülümseyerek bize bakıyordu. Biri ben, biri kısa pantalonlu abim. Sabah kahvaltısında yumurta tokuşturduğum, sabahtan akşama sokaklarda top oynadığım, üşüdüğümde hırkasını omuzlarıma saran, ilk traşımı yapan abim. 
“Ne dedi doktorlar peki?”
“Beyin kanaması geçirmiş. Fabrikada makine başında devrilmiş olduğu yere. Hastaneye götürdüklerinde bilinci çoktan kapalıymış. Haberi aldığımız gibi koşarak gittik hastaneye. Sadece ‘Malesef’ diyebildi doktor. Geç kalmıştık.”
“Malesef.” sesli bir şekilde tekrar ettim içimden gelen sesi. Sanki onu ben itmişim, ben düşürmüşüm gibi bir ağrı geldi oturdu göğsüme. Ölüm haberini ilk aldığım andan bu yana, göğüs kafesimin ortasına gelip yerleşen, giderek büyüten, acıtan o ağrı. 
Mutfağa geçtim.  Çaydanlık kaynayan suyu ile takırdamaya başlamıştı. Ocağı kapadım. Annem mutfakta bulaşık yıkamayı henüz bitirmişti. Söyleyemediği, sustuğu bütün sözlerini elindeki sarı bez ile tezgaha usulca serdi. Abimin ölümünden sonra ip gibi kalan anneme baktım. Arap sabunu kokan evimizdeki neşesini yitireli ne çok olmuştu.
“Yeğenimle karşılıklı içeceğiz. Sen bize bir mevsim salatası yapar mısın anam?” 
İçeceğiz deyince annemin yüzüne bir gölge indi. Ona, abimin beni o alkol masasında evire çevire dövdüğünü, Mehtap’ın pencerede hep beni beklediğini, ona değil, bana aşık olduğunu, beni hiçe sayarak kızını yurtdışında kraliçeler gibi yaşatacağını söyleyerek, Mehtap’ı babasından istediğini, o yüzden evlenip kaçar gibi bizi bırakıp gittiğini söyleyemedim. 
Cefakar masaya kadehleri yerleştirdim. Kendimi hazırlamıştım. Şimdi kalkıp geleceğini, o fotoğraftaki iki çocuk olabileceğimizi bilsem her şeye, kendi canımı bile vermeye razıydım.  Anlatacaktım.  Karşıma oturttum Deniz’i. Göğsümün üzerindeki minik cepten birer sigara çıkarttım. Utandı başta. 
“Utanma hadi iç. Amca yeğen karşılıklı içemeyeceksek...”
Daha da kızardı yanakları.
“Zaman değişiyor, insanlar değişiyor.” dedim kadehlerimizi tokuşturarak. “Yitirdiklerimiz, onların hatıraları değişmiyor sadece.”
Deniz sustu, ben anlattım.  Kadehler art arda devrildi. Sigaranın dumanına anılar karıştı. Deniz, ben ve abim Bulut kafa kafaya verip içtik.  Zifiri karanlığa inat, mehtap ışıl ışıldı.  Derken sol yanımızdan bir darbe aldık. Rüzgarı arkamıza alıp, can yeleklerimizi giydik. Rüzgar bu şiddette estiği sürece rotamız belliydi, batacaktık. “Dönelim.” dedi abim. “Bile bile ölüme gidilmez ki!” Hayatta kalmayı başarırsam, mehtap’ın kucağına düşücektim. Dönmedim. 
Sigaramın son nefesinde göğsümde derin bir acı duydum. Ortalık durulduğunda yakamozu geride bırakmış batık bir gemiydim.