Reklam

Kader değişmez, zaman alır

Kader değişmez, zaman alır
07 Şubat 2022 - 10:31
Gökçen Özaydın
-“Mr. Paterson’un evinde mi saklanacağız yine?”
-“Bu sefer durum farklı, onlar da Midilliye geçmiş. Köşkte sadece Türk hizmetçileri bırakmışlar. Çok geç kaldık…”
-“Ali’yi bulalım, Bornova’nın en hızlı atları onda.”
Benim canım kardeşim. Ben taşıyabileceğimiz kıymetli ne var arayışı içinde, zihnimden geçen felaketler dışında kaderin planladığı başka felaketleri kız başımıza Atina yollarında yaşar mıyız diye kaygılanırken o, sevgilisini son bir kez görme derdinde. Bir de kızacağımdan korkup kaçmamıza yardım eder bahanesine sığınıyor. Turunç ağacının çatırtısının ardından gelen ayak sesi Meryem Annemizin şefkatli kollarına gideceğimizin habercisiydi. Gelen, Yunan askerlerinin Türk kızlarına yaptıklarının intikamını alma hırsıyla aynılarını bize yapacaktı. Umarım küçük kardeşime yapılanları görmeden ölürüm. Vazgeçtim. Bu bencillik olur, esas kardeşim bana yapılacaklara şahit olmasın. Bahçedeki karıncaların duyabileceği ses tonuyla Rumca bize seslenen Mehmet abiyi görünce birbirimize sarılmayı bıraktık.
-“Çok geç kaldınız çok. Evleri kontrol ediyorlar…”
Cümlesinin devamı gelecekti ki çığlıklar, silah ve nal sesleri yüreğimizin kulaklarını sağır etti. Mehmet abi artık karıncaların bile duyamayacağı ses tonuyla;
-“Ağaca tırmanın çabuk, bizim bahçeye atlayacağız… Cemile neredesin be kadın! Al kızları bodruma çabuk çabuk…”
Cemile abla zeytinyağı küplerinin içine girmemizi söyledi ve kapı yumruklanmaya başlayınca arkasına bakmadan yukarı çıktı.
Çocukları olmayan bu güzel burunlu çift Girit’ten Mısır’a geçmeği planlıyormuş. Ölüm korkusu onları gelen ilk gemiye bindirmeye yetmiş. Tıpkı az önce bizi ağaca tırmandırıp şimdi saklandırdığı gibi. Ağaca çıkarken Mehmet abi fırfırlı donlarımıza bakmış mıdır acaba? Şu an bunu düşünecek durumda değilim. Konuşmalar yakından gelmeğe başlamıştı. Mariamu heyecandan hıçkırmaya başlamaz umarım.
-“Saklanan Yunanlıları tek tek buluyoruz. Bize bütün evi arattırmayın.”
-“Aman çavuşum biz onların elinden canımızı zor kurtarmışız da gelmişiz buralara. Saklar mıyız gâvuru? Aman çavuşum küpler yağlıdır, yağ olmasın elleriniz, gerçi yağımız da kalmamıştır ama kapağı yağlıdır.”
Asker küplerin kapağını açtığında sürekli yağ yağ diye tekrar eden Mehmet abinin ve Cemile’nin suratını görmek isterdim. İyi ki Maria’nın titizliği tuttu da girmedik toprak küplere. Annemle babamın emanetine önce boş çuvalı geçirdim sonra üzerine un çuvallarını yığdım. Kimseye emanet edilmemiş bendeniz tel dolabın içine girip önüme çektiğim kap kacaklara sığındım.
Şimdi ne yapacaktık. Hayatımızı Sofokles yazmış sanki. Dördümüz oturup konuşurken mumlar bizim için gözyaşı döke döke eriyip bitmişti. Cemile ile Mehmet abi bizi saklamaya karar verdi. Ölene kadar kimseye görünmeden onların evinde yaşayacaktık. Tavan arası yeni evimizdi. Mahpus hayatı kabul etmek zorundaydık çünkü kaçabilseydik ya yakalanıp iğfal edilecektik ya da ipek böcekleri ile aynı kaderi paylaşacaktık. Bir avuç ipek için acımadan kaynar suya atılan kozalardan çıkan ipek böceklerinin yardım çığlığına yürek dayanmaz. Sesleri kesilince ruhları kelebek, kozaları tabut olur ve şiş şiş suyun üzerinde yüzer. Alsancak’tan kaçıp gelen Türkler şahit olmuş denizden gemilere bağıran seslere ve yüzen şiş bedenlere.
Birkaç yıl rahattık. Tavan arasında köşedeki örümceklerin örgülerini bozup kendi örgülerimizi örüyorduk. Cemile yaptıklarımızı kendi yapıyormuş gibi satıyor, harçlığımızı çıkarıyorduk. Mariamu her şeye rağmen mutluydu. Geceleri taraçaya çıkıp Bornova Çayı’nın şırıltısı eşliğinde yıldızları izlemek ona iyi geliyordu. Ben ise korkumdan biraz hava alıp hemen yatağıma gidiyordum. Gitmemeliymişim. Sulu kar yağan o akşam Maria Cemile’yi yanımıza çağırdı. Yüzümüze uzun uzun baktı. Hıçkırıklar eşliğinde ‘Galiba ben gebeyim’ dedi. Cemile gülmeğe başladı. Maria’nın delirdiğini düşünmüş olacaktı ki hemen ciddileşti.
-“Ali di mi? Hay İzmir yerine Mısır’a gidesice Ali. Taraçada mı peydahladın bu veledi, başka nerede olacaktı ki?” Rumcam, Türkçem birbirine girmişti.
Mehmet abi döve döve müjdeli haberi Ali’ye vermiş, kolundan tuttuğu gibi eve getirmişti. Cemile ile Mehmet abi mum ışığında yine bir karar almış ve bize teklif değil tebliğ ediyorlardı. Cemile herkese hamile olduğunu söyleyecek ve doğduğunda çocuk onların olacaktı. Kaşı patlak, başı önde Ali,
-“Çocuk dile geldiğinde gerçek annesini herkese anlatırsa ne yapacağız?”
-“Bu haltı yemeden düşünecektin. Onu da o zaman düşünürüz.”
Mehmet abinin sözünün üstüne kimse söz söyleyemedi. Muhtemelen bizi sakladığına pişmandır. Belki de çocuk hasretini giderecekleri için pişman değil bilakis mutludur. Ali ile görüştüğünü benimle paylaşmadığı için Maria’ya çok kızmıştım. Ama mahpus hayatımızın bir bebek ile şenlenecek olması yumaklarım gibi yumuşacık yapmıştı beni. Artık yeğenim için örmeliydim.
İzmir’den kaçamayışımızın sekizinci seneyi devriyesinden birkaç gün sonra bebeğimiz topaç gibi doğdu. Kırkı çıkınca daha bir güzelleşti sanki. Artık büyüklere gezmeğe gitmesi gerekiyordu. Maria emzirdikten sonra kundaktaki bebeğini kaygı içinde Cemile’ye verdi;
-“Çok yağmur yağıyor, başka zaman mı gitseniz?”
-“Yengemlere haber verdik, çok ayıp olur. Hem korkma at arabasıyla babası götürüp getirecek.”
Onlar gittikten sonra her şey çok hızlı oldu. Kaçan ilmekten de hızlı. Ürküten seslerin yuvarlanan kayalardan geldiğini anladığımızda yine kaçamamıştık. Maria oğlunun adını sayıklarken ben sadece ona sarılabilmiştim. Büyük seylap gizlendiğimiz evi çıplak bırakmış, bizi de içine almıştı. Sürüklenirken köprü üstündeki camiden çıkan birinin el uzattığını gördüm. Umarım Maria’yı yakalar. Bir kız çocuğu, damlardaki atlar, eşekler, yine bir çocuk geçti yanımdan. Çamura bulanmış kanaviçeler çayda sürüklenen ağaç dallarına takılmış. Tutunmaya çalıştığım ne varsa benden hızlıydı. Bağırdıkça daha çok su yutuyordum. Vazgeçtim. Anladım ki insanın kaderi bir kere yazılırmış. Yaşayacaklarımı sadece ötelemişim... Merhaba deniz, sürüklenerek sana geldim. Ben kim miyim? Julia, Julia kelebeği.