Reklam

Ahmet

Ahmet
24 Mart 2022 - 12:11
Ebru Tunç
Tüm dikkatini okuduğu kitaba vermiş, adeta kahramanla bütünleşmiş gibi hikâyenin içinde bulmuştu kendini. Her zaman gittiği mekânın en dipteki masasına yerleşmişti. Yeşil masa örtüsü serilmiş ufak yuvarlak masanın ortasına doğru fotoğraf makinesini özenle yerleştirmiş, sade Türk kahvesini söylemişti. Turuncu pantolonu, beyaz tişörtü ve hiç çıkartmadığı siyah fötr şapkasıyla her zamanki gibi dikkat çekiyordu. “Kahven geldi Ahmet abi, kitaba dalıp soğutma yine”, “Sağ ol aslanım, bir bardak da soda kap gel bana, içine de yarım limon sıkmayı unutma.”
Üniversiten sonra büyük bir bankada çalışmaya başlamış ama bu hayatın kendisine göre olmadığını anlaması uzun sürmemişti. Her sabah tıraş olmak ve takım elbise giymek hiç ona göre değildi. Rahatı severdi. Birinci yılı dolmadan bankadan ayrılmış, o günden sonra da başka başka işler yapmıştı. Uzun süre kalamazdı aynı yerde. Ruhu sıkılmaya başlayınca düşünmezdi hiç, ayrılırdı. Beş yıl önce fotoğrafçılığa merak salmış, çeşitli kurslara gitmişti. Her semti farklı kokan İstanbul’un altını üstünü getirmeyi sever, farklı insan manzaraları yakalamaya çalışırdı. Uzun süreli bir ilişkisi de hiç olmamıştı. Sevgililerinden de sıkılırdı bir süre sonra. Annesiyle babasının kavgaları, babasının gecenin bir vakti kapıyı çarpıp çıkması, annesinin ardından çığlık çığlığa bağırışları, eline ne geçerse fırlatmaları gelmeye başlayınca aklına soğurdu sevgililerinden, gitmek isterdi, kaçardı.
Kahvesinden uzanıp büyük bir yudum aldı, fincanı geri bırakırken gözü Arnavut kaldırımlı dar sokağa takıldı. Sokağın ortalarında Sinem’i gördü. Her zamanki mavi ceketini giymiş, sarı saçlarını at kuyruğu toplamıştı.  “Gel gel” diye elini salladı. Masaya gelince, uzanıp yandaki sandalyeyi geri çekti, bir kahve de ona söyledi. Sinem her zamanki gibi gözlerinin içi gülerek bakıyordu yüzüne. “Neler yaptın bugün? görünmedin üç gündür, merak ettim seni.” Gülümsedi yine Sinem. Duru bir güzelliği vardı. Yıllar ona hiç dokunmamış, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. İçini kemiren bir şeyler oldu mu hemen Sinem’e anlatır, rahatlardı. El feneri tutmuş gibi aydınlatırdı dünyasını Sinem.
 “Kahve nerde kaldı oğlum !!” gözlerini hafif kısmış, sesi kalınlaşmış, kızmaya başlamıştı artık. Diğer masalara bakmaktan unutmuştu Sinem’in kahvesini. Biraz sonra kahve geldi masaya. Anlatmaya başladı yine Ahmet son zamanlarda yaşadığı sıkıntıları. Sinem her zamanki gibi yargılamadan, eleştirmeden dinledi. Çoğu arkadaşının yaptığı gibi lafı kısa kesip bir bahane bulup uzaklaşmak istemezdi yanından. Bunca yıldır sıkılmadığı tek insandı. Lise ikiye geçtiği yaz tanışmışlardı. O yaz önce babasıyla annesi ayrılmış, kısa bir süre sonra ikisi de başka kişilerle evlenince, evler yeterince küçük bahaneyle Ahmet’in kimde kalacağı kavgaları başlamıştı. Babası bir kere bile nasıl olduğunu sormamıştı, cebine para doldurunca mutlu olduğunu sanırdı.
“Beğenmedin mi kahveyi? Keşke çay söyleseydik sana. Kalkalım mı artık?” Arnavut kaldırımlı sokağa doğru yürümeye başladılar. Sokağın sonundaki simit fırınından mis gibi kokular sokağa yayılıyordu. Vapura binecekleri zaman üç simit alırlardı martıları da düşünerek. Gülerek yokuştan aşağıya vapur iskelesine doğru yürümeye başladılar. Bekleme salonuna geçince, gözlerini kendisine dikmiş küçük bir kız çocuğunu fark etti Ahmet. Simitlerden birini kıza uzattı. Başını iki yana sallayıp, dönüp koşarak annesine sarıldı küçük kız. Vapur yanaştı, önce gelenler indiler. Son kişi de çıktığında, salonun kapılarını açtı iki görevli. Kalabalıkla omuz omuza yürüyerek girdiler içeri. Hava güzeldi. “Dışarı oturalım mı, hem simitleri de atarız martılara”. Vapur Beşiktaş’a doğru ilerlerken, tiz sesleriyle martılar da eşlik ediyor, vapurdan atılan simitleri kapmaya çalışıyorlardı. Kız kulesine yaklaşırken, güneşin kolları sanki Sinem’in sarı saçlarına dolanmış, oradan suya doğru uzanmış, ışıl ışıl yansımıştı Boğazın sularına.” Dur sakın kıpırdama, o kadar güzel bir an yakaladım ki” üst üste patlayan flaş sesleri sardı etrafı. Fotoğraf çekmek artık en büyük tutkusu olmuştu.
Vapurdan inip, otobüs duraklarına doğru yürümeye başladılar. “Önce Şişli’de kısa bir işim var, sonra Taksim’e çıkıp kokoreç yeriz, seversin sen.” Otobüs rahattı, bu saatlerde sakin olurdu. Ağırdan hareket etti, köşeyi dönüp yokuşu tırmanmaya başladı. Şişli durağında indiler. Büyük demir kapıdan girip, taş binaya doğru yürüdüler. Şehrin bu kalabalık ve gürültülü bölgesinde, nasıl böyle güzel ve sakin kalabilmişti burası. Her zaman temiz ve bakımlı bahçesi nefes aldığını hissettiriyordu, huzur veriyordu insana. “Sen biraz bekle beni şu bankta, keyfini çıkart bu güzel bahçenin, kitabımı da bırakayım sana, takılırsın biraz.” Taş binaya doğru yürüdü, merdivenleri hızlıca çıktı.
“Hoş geldin Ahmet, biraz geciktin bugün, merak ettim seni.”
“Kusura bakmayın, Sinem’le karşılaştık sabah, laf lafı açtı geciktik biraz, o da geldi benimle zaten, buradan da Taksime geçeceğiz. Bakın size el sallıyor, şuradaki bankta”
Doktor boş banka doğru baktı. “Ah be oğlum, şu ilaçları ihmal etmesen keşke” diye mırıldandı belli etmeden. Her zamanki babacan tavrıyla omzuna elini attı. “Hadi gel içeri geçelim, sohbet edelim biraz.”
Hafif bir rüzgâr kitabın sayfalarını çevirdi, sonra tekir bir sokak kedisi çıktı bankın üzerine, güzelce yayıldı, güneşin tadını çıkartmaya başladı….