Reklam

Kır çiçekleri

 Kır çiçekleri
13 Aralık 2021 - 10:45
Duygu (Serpil) Kutluğ
Sular bedenimden aşağı dökülürken ürperdim. Küçücük odanın ortasında, paslanmaya başlamış büyükçe bir banyo leğeninin içinde, maşrapa ile kafamdan aşağı suları boca ederken “keşke” dedim, “suyu iyice kaynatsaydım”. Bu küçük odada her şey o kadar hızlı soğuyordu ki kaynatsam da fark etmeyecekti diğer taraftan. “Hayatta sahip olduğum yegâne şeylerden şikâyet ediyorum” diye düşündüm. İstemsizce bir kahkaha attım, fazla eşya bulunmayan bu küçük odanın duvarlarından gelen kahkahamın yankıları, kendi sesimden korkmama neden oldu. Sanki artık ben bir başkasıydım; sesini bile hiç tanımadığım biri… 
Aklıma, bol köpüklü, sıcak su dolu kocaman banyo küvetine girdiğim zamanlar doluştu birdenbire: Kuzeybatı İngiltere’deki Altrincham kasabası ve yaşadığım köşk... Babam, parlamento ile iyi ilişkilere sahip, zengin bir konttu. Bakışıyla, yürüyüşüyle, etrafına verdiği emirlerle, beyazlamış pala bıyıkları ve her şeyin en doğrusunu bildiğini yansıtan vücut diliyle ona itiraz etmenizin mümkün olmayacağı biriydi. Kasabada ticari faaliyetlerin başlamasını sağladıktan sonra, “Tanrı” rolüne bürünmüştü.
On dört yaşımın baharında, Birinci Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada açlık, kıtlık ve eşitsizlik sürerken, benden beklenen hayat kolay ve vasıfsızdı. Ticaretle, eğitimle, sanatla, kısacası erkeğe ait olanlarla asla ilgilenmeden, fikir beyan etmeden itaat etmem ve babamın istediği kişiyle evlenmem gerekiyordu. Söz hakkım yoktu. Kaç kadının söz hakkı vardı ki o zamanlar; ben bunu istemiştim bilmiyorum. Belki aç kalmadığım, başımı sokacak bir evin eksikliğini hiç görmediğim için o dönemde yaşadığım konforun farkında değildim. Belki de konfor umurumda değildi.
Köşke dair sevdiğim tek şey, bahçesinde açan kır çiçekleriydi. İstediğinde, özgürce rengarenk açan kır çiçekleri… Yeni biçilmiş çimen kokusuna karışan, doya doya içime çektiğim, buram buram kokusuyla rengarenk kır çiçekleri… Onlar gibi olmak istedim belki, özgürce yaşayabilmek... Olmadığım birinin kılığında, bütün gün kendimle saklambaç oynamaktan bıkmıştım . Köşkte çalışan hizmetçilerin hayranlıkla baktığı resimler çiziyor, çizdiklerim başka birilerinin eline geçecek olursa resimlerle hiç alakam yokmuş gibi davranıyordum. Babasının sözünden hiç çıkmayan, küçük bir kadın rolünü oynarken, bahçedeki çukura sakladığım yamalı erkek kıyafetleriyle sokaklarda amaçsızca dolaştığım gizli bir hayatı da beraberinde yaşıyordum.
Gizli gezintilerim sırasında tren yolunda sık sık karşılaştığım Londra- Paris hattında çalışmış bir işçi, kulak kabarttığım zamanların çoğunda Paris’i anlatıyordu diğerlerine: Eşsiz mimarisi, ünlü sanat merkezleri ve sokaklardaki sergileri ile Paris; hayalimdeki cennet olmalıydı. Bir gün, sırf o gün içimden öyle geldiği, bu iki yüzlüikiyüzlü hayatı daha fazla kaldıramadığım için belki, öldürülmeyi dahi göze alarak kasabadan Londra’ya giden ticari yük vagonlarından birine saklandım. Tek hayalim Paris’e ulaşmak ve gerçek bir sanatçı olmaktı. Londra’ya vardığımda, yine kaçak olarak bindiğim vapur bağlantılı trenle önce Dover’a, oradan Fransa’nın kuzeyindeki Calais kentine ulaşmayı başarmıştım. Calais’ten Paris’e varmak için yağmurun altında günlerce yürüdüm. Damlalar bedenimi baştan aşağı ıslatırken hissettiğim şey üşümek, açlık ya da korku değil, içime doya doya çektiğim yol kenarındaki kır çiçeklerinin kokusuna karışmış özgürlüktü.
O günden bugüne sahip olduklarıma baktım tek tek; bir oda, bir yatak, bir sandık, başıma buyruk bir yaşam ve bu ufacık odanın duvarlarını doldurmaktan başka bir işe yaramayan tablolarım… Bir süre sonra kanvas almaya param yetmediğinden, yaptığım resimlerin üzerine yenilerini yapmaya başlamıştım. Bazı tablolarda masmavi gökyüzü, üzerine tekrar resmettiğim kirli şehrin gri silueti altında yok olmuştu. 
Leğende biriken sudaki yansımama baktım. Tanımadığım bir kadına ait bir çift göz, acıyla bana bakıyordu. Havluya uzandım. Üstümü giyinirken, dün satmaya kıyamayıp eve getirdiğim ve masanın üzerindeki eskimiş yeşil vazoya özenle koyduğum kır çiçeklerine takıldı gözüm. Pencereden dışarı baktım, yağmur yağıyordu. Ani bir hareketle kır çiçeklerini kavradım. Sırılsıklam saçlarıma aldırmadan odanın kapısını araladım. Merdivenlerden inip sahanlığı geçtim ve sokağa adımımı attım. Sokağın ortasına kadar yürüdüm. Kafamı gökyüzüne çevirdim. Hava griydi, bulutlar griydi, tozdan bir duman bütün boşluğu sarmıştı. Hiçbir renk kalmamıştı. Her şey aynı grilikteydi. Griden başka bir rengim ya da bir inancım kalmamıştı. Kendimi koyu bir griliğe hapsetmiştim. Yağmur damlaları ile ıslanırken, burnuma kır çiçeklerinin kokusu geldi. İçimde kopan fırtınanın dinmesini beklerken, hıçkırıklara boğuldum ve istemsizce haykırdım: “Tüm renklerimi geri istiyorum, lütfen bana yardım et!”
Şemsiyeli asil bir bey bana aklımı kaçırmışım gibi baktı. İstemsizce  gülümsedim ona. Kadınların hiçbir söz hakkının olmadığı bu devirde, ne olursa olsun Paris’te özgürce yaşamayı başarmış bir kadının haklı gururu vardı gülüşümde.