Reklam

23 Nisan'da çocukların kaleminden öyküler

23 Nisan'da çocukların kaleminden öyküler
23 Nisan 2021 - 13:49
Bugün Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının öncülüğünde verilen mücadele sonucunda kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 101. Kuruluş yıldönümü. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanan bugün dünya çocuklarına bayram olarak armağan edildi. Biz de Edebiyat Atölyesi Dergisi olarak bu özel günde dergimizin bahar sayısında yer alan ve çocuklar tarafından yazılan öyküleri sizlerle paylaşıyoruz. 

KUŞLAR BİSKÜVİ YER
Gülrü Yıldız/10 yaş/İstanbul

 Eskiden beri üzgün olmamın sebebi belki de budur. Neyse, ben en iyisi her şeyi baştan anlatayım. Benim çok güzel bir karım vardı. Bir gün onunla boşandık. Boşandıktan sonra kalbime bir boşluk indi. Bu boşluğun sebebi acaba boşanmak mıydı, diye düşünüyorum bazen. “Acaba o boşluğu sevgi mi kapatacak?” diye sordum bir gün kendime. O günden sonra aklıma takılan soruyu sorup durdum kendime. Bu gerçek miydi? Acaba o boşluğu sadece sevgi mi doldurabilirdi? Bir gün aklıma yeni bir soru takıldı. Acaba o boşluk yalnızlık ve özlem miydi? Çünkü boşandığımdan beri hiç ama hiç mutlu olamamıştım. O anda aklıma bir efsane geldi. Eskiden, çok eskiden bir kral yaşarmış. Bu kralın bir de bilge bir başveziri varmış. Bu kralın bilge başveziri bir gün öleceğini ve bildiklerini birine anlatması gerektiğini anlamış. Hemen krala bu düşüncesini anlatmış. Kral hemen bilge başvezirin bildiklerini anlatacağı kişiyi bulmak için seçmeleri başlatmış. Seçmeleri kimse geçememiş. Bunun üzerine bilge başvezir, saraydan kaçıp eski bir kulübeye saklanmış. Sonra oradaki malzemeleri kullanarak kendini sonsuza dek yaşatacak bir ilaç bulmuş. Ben de o adamı bulup bilgeliğinden yararlanmak için bir yolculuğa çıkıyorum. Yolculuk için gereken her şeyi hazırlayıp yola çıktım. Tabii oraya sadece bisikletle veya yürüyerek gidiliyordu. Ben de bisikletle gidiyordum. Yolu yarılamıştım ki bisiklet ağırlığa dayanamayıp çöktü. Ben de mecburen yola yürüyerek devam ettim. Biraz yürüdükten sonra karşıma bir kuş çıktı. Ondan sonra onu yolculukta birçok kez gördüm. Adını Gizem koydum. Gizem çok tatlı bir kuştu. Onu çantama koyduğum bisküvilerle besledim. Yolculukta onun türünü araştırınca şok oldum. Kuşun türü “çikolata kuşu”ydu. Okuduklarıma göre o bir anneymiş ve yavrularını beslemesi gerekiyormuş. Sonunda yol bitmiş ve bilge adamın yaşadığı yere ulaşmıştım. Her şeyi bilge adama anlattım. Bilge adam şaşırdı ve dedi ki “Sen zaten mutluluğu bulmuşsun, sen bence bu kuşu sahiplen.” Ben de dediğini yapına çok mutlu oldum ve bu maceramdan bir şey öğrendim, “Kalbimde bir boşluk yok!” diye haykırdım. O boşluk bir yalandı. “Ben sadece korktuğum için öyle demişim!” diye bir daha haykırdım. O anda tüm kuşlar ne olduğunu anladılar ve mutluluğumu paylaştılar. Bunu görünce çok şaşırdım. Biliyorum çok garip gelen bir şey söyleyeceğim. Bu söyleyeceğim herkese çok garip geldi ama ben imkânsızı başardım ve bir kuşla evlendim. Herkese çok garip gelen bir hayatta mutlu ve kavgasız bir şekilde yaşadık. 

METEOR
Can Yılmaz/10 yaş/İstanbul

Tarih 2235 Kasım, saat 03.30 insanlık için önemli bir an. Bizimkinden farklı başka bir dünyada yaşam tespit edildi. O dünyaya ulaşıp bir şekilde yardım istememiz gerekiyordu çünkü dünyaya gelen büyük bir meteor dünyayı yok edecekti. Ya başka bir dünyaya kaçmamız ya da meteoru durdurmamız gerekiyordu ama ikisi için de yeterli zaman ve malzememiz yoktu. Onlardan yardım istemezsek ya da kabul etmezlerse dünya yok olacaktı. Roketler yola çıkmıştı bile. İnsanlık telaş içindeydi ama roketlerden birinde olan Can soğukkanlılığını koruyordu. Can roketin komutanıydı ve komutasında Naz, Fergün ve Barış vardı. Barış roketin ikinci kaptanıydı, Naz roketin dışındaki yürüyüşleri yapan, örnek toplayandı, Fergün de örnekleri incelemekle ve iletişim sistemiyle sorumluydu. Aslında bir roketi uçurmak bu kadar kişiyle çok zordu ama bu ekip çok iyiydi ve sadece 4 kişiyle roketi uçurabiliyorlardı. Uzaylılara yaklaşıyorlardı ama onlarla nasıl iletişim kuracaklarını bilmiyorlardı. Uzaylıların gezegenine geldiler ve onların olmadığı bir tarafa iniş yaptılar çünkü uzaylılar onları düşman sanıp ateş açabilirlerdi. Uzaylıların yaşadığı yere geldiklerinde uzaylılar başta onları düşman sandılar. Tam ateş açacaklardı ki dünyayı gizlice gözetleyen, bir şekilde dilimizi öğrenmiş ve komutanlarına benzeyen biri onları durdurdu ve Can’a dedi ki “Bu gezegenden uzaklaşın ve bir daha da gelmeyin.” Can buna karşılık olarak “Biz buraya bir sebepten geldik. Gezegenimize bir meteor yaklaşıyor ve gezegeni yok edecek. Sizden yardım istemeye geldik ve burayı yöneten kişiyle görüşmek istiyoruz’’. Komutan “O Aspredeius Yıldızı’nda yaşıyor ve bizi oradan yönetiyor. Sizi ona götürebilirim ama bugün olmaz.” Can dedi ki “Ne zaman olabilir?” Komutan “Yarın sabah ama burada günler on saat, unutmayın buraya gelin.’’ Can “Tamam” dedi. Can ve komutası roketlerine dönüp kısa bir uyku çektiler. Sabah olunca buluşacakları yere gittiler, komutan çoktan oradaydı. Kraliçeye gittiler. Kraliçe önce kendini tanıttı. Adı Reyhan’dı. Can durumu anlattı. Kraliçe Can’a meteorun ne zaman çarpacağını sordu. Can 3 gün sonra dedi. Kraliçe Reyhan düşündü ve yardımın yapılmasını kabul etti. İnsanlar ve uzaylılar meteoru yok etmeye karar verdiler çünkü bütün insanları başka bir gezegene taşımak neredeyse imkansız olurdu. Meteoru durdurmak da çok kolay değildi ama daha olası gözüküyordu. İnsanlar ve uzaylılar çok çalışıp bir süper silah yaptılar. Herkes çok fazla panik altındaydı. Ya süper silah çalışacak ve meteor patlayacaktı ya da dünya patlayacaktı. Aslında meteor patlarsa da çok parçaya ayrılıp dünyaya zarar verecekti ama patlamazsa dünya patlayacaktı. Meteorun düşmesine 1 saat kalmıştı. Meteoru patlatacak silahın ateşleme sistemini çalıştırmak için Can seçilmişti. Can yerine geçti. Süper silahın ateşlenmesine… 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1. Can süper silahı ateşledi ve süper silah meteoru patlattı. Dünyaya düşen parçalar dünyaya biraz zarar verdi ama ölüme sebep olmadı. Can ve komutası dünya için yaptıkları şeylerden dolayı ödüllendirildiler ve iyi bir hayat yaşadılar. Uzaylılar da dünyalılarla arkadaş oldular ve dünyayla ilgili her sorun olduğunda yardıma geldiler.

KAYBOLAN RENKLER
Yaren Beğtaş/9 yaş/İzmir 
Sabah kalktığımda her yer siyah beyazdı. Hemen ablamı ve kardeşimi uyandırdım. Hep beraber annemin odasına gittik. İçeri girdiğimizde annem yoktu. Yatağın üstünde not vardı. Notta; ‘’Anneniz benim yanımda. Onu bilmecenin sonunda görebilir ve renklere kavuşabilirsiniz. Anneniz renklerin kraliçesi olduğu için onu yanımıza aldık. Başlamak için başla butonuna basın. Okları takip ederek yönü bulabilirsiniz .’’diye bir not yazıyordu. Üstümüzü değiştirip başladık. Renklerin kaybolması bizim suçumuz olabilirdi. Çünkü kendi sevdiğimiz renkler dışında hiçbir rengi sevmiyorduk. Özellikle siyahı ve beyazı. Tüm oklar siyahtı ama bir tanesi beyazdı. O oka bastım ve biz bir yere gittik. Karşımızda bir cüce vardı. Ama diğer cücelere benzemiyordu. Şapkasında tüm renkler vardı. Bize bir bilmece sordu. Bilmece şöyleydi; ‘’Bazen yücelir, bazen cücelir .’’diye sordu. Ablam dedi ki; “Cevap gölge.” Cüce de: 
-Doğru. Bu şapkayı alın. Annenizin yanına gittiğinizde ona verin anneniz ne yapacağını biliyor. 
Şapkayı aldık ve annemizin yanına gittik. Anneme şapkayı verdik. Annem şapkayı aldı ve kafasına taktı. Her yer renkli hallerine döndü. Annemize sarılıp eve ışınlandık. Sizce bu öykünün sonu nasıl? Annem bana seslendi ve şöyle söyledi; ‘’Yaren kalk kahvaltı yapacağız. ‘’dedi. Kalktığımda hepsinin bir rüya olduğunu fark ettim. Ama bende bir ders çıkardım. Hayatınızdaki çocukluğunuzun renklerinin kaybolmasına izin vermeyin.

JONGLÖR
Adar Onur Alptekin/11 yaş/İzmir
 Şehrin koyu karanlık sokaklarına kış gelmiş, ortalığı kar kaplamıştı. Yıllar sonra yine aynı yerdeydim. Kar kokusunu ciğerlerime çektim. Gördüğüm kadarıyla kente gelen doğal gaz sayesinde hava kirliliği azalmış akşamları sokaklarda dolaşmak keyifli hale gelmiş. Eskiden kimi evler sadece bir mum ışığı ile aydınlanırken şimdi caddeler sokak lambaları ile ışıl ışıl parlıyor. Heyecanla arka kapıdan tiyatro binasına girdim. Ben giyinirken meslektaşlarım şovlarını yapmak üzere yavaş yavaş sahneye çıkıyorlardı. Gösterime henüz zaman varken kaçamak yapmış ve dışarı çıkmıştım. Bu beni oldukça rahatlatmış ve içimdeki tedirginliği almıştı. Zaman ilerliyordu. 
Ekipmanlarımı da yanıma alıp sahneye doğru ilerledim. Sahnenin girişinde birkaç basamak vardı. İlk basamağa adımımı attığım gibi aklıma çocukluk anılarım geldi. Mahallemizde normal bir sabahtı. Kahvehane de olan çıraklık işime hazırlanmış çalışmaya gidiyordum. Sokağımıza beyaz bir araba yanaşmıştı. Arabanın içinden üç insan çıktı. İki tanesi yanıma gelip bana yakınlarda bir bakkal olup olmadığını sordular. Onlara yolu tarif ettikten sonra gözüm üçüncü adama çarptı. Eline üç tane portakal almıştı ve onları havada çevirerek çocukları eğlendiriyordu. Ben de yanlarına gittim. Ben geldikten az bir süre sonra bana bakkalı soran iki adam “Akif, hadi yürü” dedi. Sonra adı Akif olan adam bana göz kırptı ve bir portakalı verip gitti. Birden kendime geldim. Yeniden gösteri sahnesine dönmüştüm. Anın şoku ile iki basamak daha çıktım ve yeniden aynı anıma döndüm. Akif Amca bana portakalı verdikten sonra arabasına binip yolculuklarına devam etmişti. Bende sadece arkalarından el sallamakla yetinmiştim. Akif Amca gidince ortalıktaki çocuklarda dağılmıştı. Bende çıraklık ettiğim kahveye doğru yola koyuldum. Oraya vardığımda beni pekte mutlu bir an beklemiyordu. 
Çok geciktiğim için beni kovmuşlardı. İşten atılmanın verdiği hüzün ile başım eğik bir şekilde yola koyuldum. Kazandığım üç beş kuruşluk maaşım da artık yoktu. O gün eve geldiğimde annemlere işten kovulduğumu anlatmadım. Akşam yemek yedikten sonra annem tabakları lavaboya dizmemi söylemişti. Bende bana söyleneni yapıyordum. Aniden aklıma Akif Amcanın portakalları nasıl çevirdiği gelmişti. Belki bende aynısını yapabilirim diye düşünüp elime iki tane tabak aldım. Kötü bir fikirdi. İlk çevirişimde iki tabağı da düşürüp kırmıştım. Kırılan parçaların bazıları elimi kanatmıştı. Bir de üstüne annemden dayak yemiştim. Yediğim dayağın acısını o an tekrardan hissetmiş ve acının verdiği irkilme ile yeniden basamaklara dönmüştüm. Önüme baktığımda sadece üç basamak kaldığını gördüm ve adımımı attığım anda lise anılarıma döndüm. 
Lisede pek arkadaşım yoktu. Belki hayatımın en kötü geçen yıllarındandı lise zamanları. Sınıfımızda hoşlandığım çok popüler bir kız vardı fakat benim yüzüme dahi bakmazdı. Tek arkadaşım olan Kemal bana onun ilgisini çekmemi söylemişti. Bende bütün gün bunu nasıl yapabileceğimi düşündüm. En sonunda aklıma jonglörlük yapmak gelmişti. 
Bütün sınıfı karşıma toplamıştım. Elime aldığım bir iki taşı çevirmeye başladım. Gayet güzel gidiyordum açıkçası. Ancak birden anın heyecanı ile kayıp düştüm. Kemal dışında tüm arkadaşlarım bana gülmeye başladı. Doğrusu Kemal dışındakiler arkadaşım dahi sayılmazdı. O gün çok mahcup olmuştum. Bu anımı hatırlayınca tekrardan ayılıp basamaklara geri döndüm ve bir adım daha attım derken bu sefer de üniversite anılarım gözümün önüne geldi. Yurt odamız görüp görebileceğiniz en dağınık yerdi. İki oda arkadaşım vardı. Biri Mustafa diğeri ise Serkan’dı. Serkan gitar çalar, Mustafa da ona ritim tutardı. Çok da neşeli bir de arkadaş gurubumuz vardı. Bazen cumartesi günleri sahilde buluşur, sohbet ederdik. Yine bir gurup buluşmasında Serkan gitar çaldıktan sonra benim de aklıma onlara bir gösteri yapmak geldi. Elime üç tane elma alıp kusursuzca çevirmeye başladım. Arkadaşlarım beni tebrik edip nasıl bu kadar iyi çevirdiğimi sordular. Onlara Akif Amcayı, Kemal’i, işten kovulmamı, yediğim onca dayağı ve en çok da onlarca tabak kırmama rağmen asla pes etmediğimi ayrıca azmin nankör olmadığını, yılların karşılığını verdiğini anlattım. Hepsi beni ağızları açık bir şekilde dinlemişlerdi. Bir adım daha atmamla alkış sesleri duymam bir oldu. Sahneye varmıştım. Heyecandan bayılmak üzereydim. Yaptığım onca provayı, onca emeği kendime hatırlattım. Asistanıma bir işaret verdim ve bana yavaş yavaş tabaklar atmaya başladı. İlk başta üç. Daha sonra da beş tabak birden çeviriyordum. Daha sonra asistanım bana üç portakal attı. İnsanlar öyle güzel alkışlıyordu ki. O üç portakalı elime alıp bir tur çevirdikten sonra onlara baktım. İşte o üç portakal beni bu serüvene itmişti. Gözümden bir yaş damlası süzüldü. O kadar duygulanmıştım ki. İnsanlar beni ayakta alkışlıyordu. O gösteri benim ilk profesyonel şovumdu. O günden sonra bana başarımı sorduklarında insanlara “Düşmeden kalkamazsınız” dedim.