Reklam

Canan Öztürk yazdı... Tanıdık bir ses

Canan Öztürk yazdı... Tanıdık bir ses
21 Aralık 2021 - 11:57
Canan Öztürk
Belediye otobüsünden iner inmez sigarasını yaktı. Dört bin çeşit zehrin dört bin farklı şekilde hücrelerini zehirlediğini bilerek uzun bir nefes çekti. Dört bin çeşit zehir nasıl sığardı on santimetrelik kağıt parçasına. Hacim ve kütle soruları yolcusuz bir duraktan geçen vagonlar gibi zihin istasyonundan hızla geçti. Her şey gibi bu da abartılıyordu muhakkak. Hava oldukça soğuktu. Ellerinin uyuştuğunu, acıdığını hissetti birden. Avuç içlerine, elinin üst yüzeyine baktı. Derisindeki çatlaklar iyice yerleşmiş, rengi mavileşmiş, kesişen patikaları andırmıştı. Bazı günler çalışırken elimi kolumu nereye çarptığımı unutuyorum. Bari bu soğuklarda ellerim cebimde yürüsem diye düşündü iki saniyeliğine. Üzerinde durmadı. Yürürken çektiği nikotinin çok azını, arkasına, buz gibi nemli havaya bıraktı. Keyifle gülümsedi. Beyaz dumanın bedenini sarıp sarmalaması ona hayatta olduğunu hissettiriyordu. Sonuçta bugünlerde en yakın arkadaşları bile başaramıyordu bunu.
Önünde uzanan modern şehrin simgesi esnaflar çarşısına çalgıcılar, piyangocular, işportacılar, turistler ve çiçekçiler düzgünce serpiştirilmişti. Birbirine karışan anlamsız müzik tarzlarının zevksiz gürültüsünden kulaklarını biraz uzaklaştırıp caddenin sonundaki çiçekçilerden birine doğru yöneldi. İsmini hiç de merak etmediği muhtelif renkte çiçeklerden çiçekçiye yakın olan demetlerden birini işaret etti. Satıcı kadın, ağzında sigarası  hantal gövdesini zorlukla yukarı kaldırarak, gösterilen çiçekleri sıkıca kavradı. Doğal varoluşlarından koparılıp rehin alındıklarını ispat etmek adına  çirkin metalik şeritlerle sıkıca sardı. Bu kararlı hareketi ile güzelim varlıkları insan dünyamıza ait kılıyordu. Parayı öderken çiçeklerin hoş kokusu ve tazeliği ile satıcı kadının çirkin, aksi yüzü ve sıradanlığı arasındaki derin tezatı fark etti. Aydınlıkla karanlık gibiydi bu tezat. Ardından kadının elleri ve kendi elleri arasındaki benzerliği fark etti . Utandı, içi ezildi. Karanlıkla zifiri karanlık gibiydi bu benzerlik.
Çiçekleri, sonra üstündeki boğazlı yeşil kazağını kokladı. Tanıdık bir koku. Parfüm kokusuna karışmış is ve ter kokusu. Arkadaş ısrarı ile tatil günü öncesi akşamı demlenip başkasının evinde kalmaktan haz etmiyordu. Her zamanki gibi pişman olmuştu. Hızlı adımlarla arka sokaktaki tek odalı evinin yolunu tuttu. Elli senelik apartmanın paslı demir kapısı açıktı. Yeni bir angaryadan kurtulduğu için içten içe sevindi. Merdivenleri çıkarken soluğunun kesildiğini hissetti. Yine bir panik atak krizi miydi bu? Boynundan nabzını kontrol etti. Sadece yorgunluk mu? Kapıyı çalmadı. Çantasında anahtarlarını aradı. Elleri titremeye, sırtından ter akmaya başladı. Açıl kara sumak açıl. Tabi Tabii ki yanlış anahtar. Elleri ıslandı. Gözleri karardı. Bu iki bela aynı anda mı gelmek zorundaydı.  İkinci anahtarı denedi. Açıl susam açıl ve tık sesi. Dünyanın en rahatlatıcı sesi ve müteakiben gelen sonunda güvendeyim hissi. Sakinleşti. Bu evin sınırları çizili boşluğunda bulduğu his buydu. “Gezelligheid”. Kitaplara göre, Kuzey Avrupalı deyişiyle içine kıvrılabildiğin, küçük ve sıcak boşluğun hissettirdiği duygu. 
Mutfağa girip çiçekleri bakır vazoya yerleştirdi. Masaya oturdu. Su ısıtıcısının düğmesine basıp beklemeye başladı. Hidrojen ve yarısı miktarında oksijen atomunun homurdanma sesleri gelmeye başladı. Kimya alt yapısı çevresine başka türlü bakmaya, ölçüp biçmeye alıştırmıştı onu. Sahi kimyager olmaya kendisi mi karar vermişti? Curie? Dünyayı keşfetme çabası? İlk defa gördüğü, dokunduğu yeşil lacivert göktaşı parçası? Annesi? Belki de hepsi. Yazık ki evrendeki her şeyi periyodik tabloyla açıklamanın mümkün olmadığını kitaplardan değil insanlardan öğrendi. Aşkı, öfkeyi, kıskançlığı, terk edilişi, yalnızlığı, cehaleti, kibri, sefaleti.
Bozuk kombiye, bir türlü gelmeyen tamirciye, yine yeniden küfretti. Elektrikli ısıtıcının içinde gözle görmediğimiz kadar minik, sevimli solucanlar yüzüyor olmalı diye düşündü. Gülümsedi. Yakın zamanlarda bıraktığı modern dans derslerinde dans edemeyen solucan hali aklına geldi. Kadın ve erkek dansçılar o koreografi denen sayı örüntülerine büyük bir harmoni ile uyum sağlayıp bir sola iki sağa üç yukarıya beş aşağıya akıp duruyordu. Bu akışa asla uyum sağlayamadı. Dersi bırakırken anlayışla karşıladığı güncel yenilgilerinden biriydi. Şaşırmamıştı. Yön duygusu olmamıştı zaten hiç. Genlerine işlenmemişti. Sanki ataları binlerce yıl boyunca hiç evden çıkmamıştı. Ava da mı çıkmamışlardı? Vahşi canlılardan  da mı korkup kaçmamışlardı?  Aslında iki bin yılda hiçbir şey değişmemişti. Şimdi de kendisi keyifle sokağa çıkamıyordu. Bu düşünceler sırasında su kaynamıştı bile. Kovaya boşalttı. Tadına bayıldığı ekşi elma sirkesinin kapağını açtı. Kokusunu içine çekti. Bir kapak dolusu sirkeyi içti, ikinci ve üçüncü kapağı babaanne usulü bir bilgelikle narince suya koydu. Babaanneler için seçenekler ne kadar da basitmiş diye düşündü. Acıkınca bahçesindeki topraktan bedava elmayla bastırmış açlığını. Kuru pilavının yanına hoşafını yapmış, midesini yumuşatmış. Kör olasıca komşusu yavrusunun yeşil gözlerine, beyaz tenine hasetlenmiş, suya katmış şifa bulmuş. Masal bu ya hayat algoritması otuz yılda bu kadar derinleşmek, karmaşıklaşmak zorunda mıymış? diye geçirdi içinden. Yeniden gülümsedi. Bilgelik diye düşündü. Okuduğu bir haber geldi aklına. İlçelerin birinde köylülerin şifalı su sandığı kaynak su, bakteri yuvası olduğu için mühürlendi diyordu haber. Demek ki eskilerin bilgeliği de pek su götürürmüş. 
Suya girmesi ile birlikte iç sesi bilindik vesveselerini sıralamaya başladı.
-Beceriksizsin, zayıfsın, bir başınasın, başaramayacaksın. İşler daha da kötüleşecek.
-Hangi işler?
-Bilmiyorum. Belki de bütün işler.
Cümleleri duymazdan gelmeye çalıştı ve ikinci taarruz. Boynundan ve bileğinden nabzını kontrol etti.
-Korkuyorum. Nabzım yine hızlanıyor. Odama yabancılaşıyorum. Bedenime yabancılaşıyorum.
Bu sırada sokakta sahipsiz bir arabanın alarm cihazı ciyaklamaya başladı. Durmak bilmeyen bu şiddetli sürekli ses, bir süre beynindeki acil durum çığlıklarına eşlik etti.
-Korkma. Bu hisler gerçek değil. Geçecek. Panikler, korkular, çaresizlikler yok olacak. Mutluluk kadar hüzün de var hayatın içinde. Yeter ki izin ver. Saklama. Yaşa. İçine attıkların seni hasta eden. Onlardan da kurtulacaksın. Sıcak suyla, sıcak sözle. En çok da kendi kulaklarına fısıldadıklarınla.  Hüzne izin ver. Yetememeye izin ver. Kaybetmeye izin ver. 
Kıyıya vurmuş yılların güneşi, havası ve tuzlu suyuyla yosun tutmuş bir taşı temizleyip arıtması gibi bir kova sıcacık suyla özündeki parlaklığı bulmak hevesindeydi. Ne yazık ki bu sefer sıcak su iyi gelmemiş, aksine daha fazla bunalmasına neden olmuştu. Havlusuna sarınıp yatağına uzandı. Nefesini dengelemeye çalıştı. Art arda derin, aç, üç uzun soluk aldı. Üretim müdürü olduğu firmanın on iki saatlik nöbetinden bile bu on dakika mücadelesi kadar tükenmiş çıkmıyordu. Bu cehennem gibi on dakikanın yanında on iki saat neydi?  Nihayet nefesi normale dönmeye başladı. Masasında duran siyah hoparlörün düğmesine uzandı. Hoparlörün mavi ışıkları yandı. Kazım Koyuncu pamuk gibi sesiyle anlatmaya başladı. “Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun?” diyordu. “Yalnızlığı anla.”